Üç Ayrı Yaşar Nuri Tanıdım

Haldun Sönmezer    Seksenli yılların ikinci yarısında tanınmaya başlamış, kimlik ve kişiliğiyle saygı toplamış bir isimdi Yaşar Nuri Öztürk. Özel kanalların olmadığı, devlet televizyonunun birkaç kanaldan ibaret olduğu zamanlardı o yıllar. Sık sık olmasa da ara sıra ekrana çıkıyor, insanların gönüllerini ısıtan konuşmalar yapıyordu. Uzmanlığı tasavvuftu. İhtisas sahası üzerine konuşmasa bile tasavvufi bir neşve ile hasbihal ediyordu. Üslubu nezih ve yumuşaktı. Abartıdan uzak, ölçülü ve saygılı bir tavır içindeydi çevresine karşı. Pervasızlık ona yabancıydı. Bencilce bir tutum sergileyen, insanları ısıran bir hitap tarzı yoktu.

Tartışma yaratacak mevzulara girmiyor, daha ziyade Allah ile kul arasındaki münasebetin niteliğine ilişkin sohbetler yapıyor, dinde sevgi ve muhabbetin önemine işaret ediyordu. Şahıslara değil de, Hakk’a ve hakikate vurgu yapan bu tür konuşmalarıyla gönülleri mest ediyordu. Bu dönem, içinden çıktığı Diyanet camiasına da ilişmiyordu kesinlikle.

Toplum kendisini yeni tanıyordu o yıllarda. O yüzden de hakkında ortak bir kanaat oluşmuş değildi henüz. Umumun kabulüne mazhar olmadığı için de toplumun önüne çıkarken elbette adımlarını dikkatli atması lazımdı. Bu tanınma ve kendisini kabul ettirme sürecinin, Yaşar Nuri’nin hayatında en çok takdir topladığı dönem olduğunu söyleyebiliriz. İtidali elden bırakmamış, sansasyonel açıklamalar yapmaktan kaçınmıştır. Toplumun farklı kesimlerinden de hep olumlu tepkiler almıştır bu dönemde.

Yaşar Nuri’nin kişiliğine ilişkin zihnimde oluşan ilk imaj budur. Zaman içinde yeni unsurların eklenmesiyle birlikte haliyle bu imaj da tahavvüle uğradı.

son-dakika-yasar-nuri-ozturk-hayatini-kaybetti-yasar-nuri-ozturk-kimdir-hayati-1466614776

Doksanlı yıllarla birlikte Yaşar Nuri Öztürk, toplumun hayatına iyice girdi. Sadece gündeme oturmakla kalmadı, gündemi belirlemeye de başladı. Kamuoyu, onun dini ve içtimai meselelere ilişkin görüşlerini konuşuyor, tartışıyordu. Yalnızca fikir ve iddialarıyla değil, tarzıyla da bir fenomen haline gelmişti. Modern İslâm düşüncesinin Türkiye’deki en popüler ismi olarak görülüyordu. Kendisini kabul ettirmiş, otorite haline gelmiş, toplumun hocası olmuştu artık. Özellikle de lâik, demokratik aydınlar ve Batılı hayat tarzını benimseyen kitleler nezdindeki itibarı hayli yüksekti.

“Büyük kafalar fikirleri, orta kafalar olayları, küçük kafalar kişileri tartışır.” denir. Bu tarihlerden sonra Yaşar Nuri Öztürk konsept değişikliğine gitti. Artık fikirleri değil, olayları ve insanları tartışmaya başladı. Başta içinden çıktığı Diyanet olmak üzere kurumları hedef tahtasına oturttu. Kurumsal dinin yanlışlarına dokunuyor, din görevlilerinin cahilliğinden dem vuruyordu sürekli olarak. Fakat bunun daha derinlerde yatan köklerine inmiyor, determinist bir mantıkla sorunun kaynağına yönelmiyordu. Sürekli olarak eleştiriyordu sadece. Bu bir anlama ve çözüm üretme faaliyeti değildi. Bir zümreyi suçlu ilan etmiş, eline geçirdiği sopayla sürekli onları dövüyordu.

Doksanlar yıldızının parladığı yıllardı. Artan etkinlik ve itibarına paralel olarak tavır ve davranışları da değişmeye başladı. Adeta apayrı bir kişiliğe büründü. Yavaş yavaş o nazik ve çelebi adam gidiyor, yerine bambaşka birisi geliyordu.

Konumu güçlenip prestiji arttıkça üslubuna suçlayıcı ve tahkir edici bir dil hâkim olmaya başladı. Toplumdaki çarpıklıkları eleştiriyor, bunların müsebbibi olarak gördüğü kişi ya da grupları diliyle dövüyordu sürekli olarak. Artık zırhını kuşanmış bir şövalye edasıyla çıkıyordu sahneye. Nefsine karşı müthiş bir güven duygusu içindeydi. Bu îtimâd-ı nefs onu zaman zaman yol kazalarına da uğratmadı değil. Meslektaşları tarafından yaptığı hatalar, ilmi delilleriyle gözler önüne serildi. Bu durumda onu haliyle müteessir etti. Bir eserinde Stephan Hawking’i Dabbet’ül Arz olarak nitelendirmişti. Meslektaşı ilahiyatçı Hasan Elik Bey beraber çıktıkları bir televizyon programında kendisini eleştirmiş, Kur’an’ın dünyasında bunun başka anlamlara geldiğini ifade etmişti.

Yaşar Nuri’nin eleştiri oklarının hedefinde en ziyade kurumsal dinin yanlışları vardı. Zaten bu yanlışlara olan tepkisinden dolayı da en önemli eserine “Kur’an’daki İslam” adını vermişti. Eleştirilerinde haklılık payı yok değildi. Din hurafelerin ağırlığı altında ezilmiş, füruat dinin özünü unutturacak kadar toplumun hayatına girmişti. Fakat neticede bu din toplumda yaşanıyordu. Meseleler toplumdan bağımsız ele alınamazdı. Yaşar Nuri’deki en büyük eksikse sosyoloji bilmemesiydi. Bu yüzden de neyin ne kadar değişebileceğini göremiyordu.

Yaşar Nuri Öztürk hukuk, ilahiyat ve felsefe tahsili yapmıştı. Fakat sosyolojiye yabancıydı. Meselelere değer eksenli ve normatif bakıyor, sosyolojik açıdan nüfuz edemiyordu. Üzerinde en çok durduğu ve eleştirdiği meselelerse dinin toplumsal tezahürleriydi. Burada ise sosyoloji bilmeden meselelere duhul edebilmenin, sağlıklı sonuçlara ulaşabilmenin imkânı yoktu. Yaşar Nuri en çok, en zayıf olduğu sahada konuşmuştur. Belki din felsefesi yerine din sosyolojisi tahsil etmeliydi.

Üslubu ve eleştirileri bir filin züccaciyeci dükkânına girmesine benziyordu. Hodgam ve agresif bir tavırla benmerkezci bir yaklaşım sergiliyor, bazen de muhatabını azarlıyordu. Doğruları, karşısındakine döverek kabul ettirmeye çalışan bir tutum içindeydi. Sabrı, tahammülü zayıftı.

Yaşar Nuri Öztürk bu dönemde zaman zaman çok doğru ve isabetli açıklamalar da yapmıştır. O yıllarda şeriat gibi Kur’an’da da geçen ulvi bir mefhum gayrı milli medyanın kasıtlı propagandasıyla sürekli kötüleniyor, tahkir ve tezyif olunuyordu. Aleyhte gösteriler düzenleniyor, hatta şeriata karşı yürünüyordu. Cinayete kurban giden bir gazetecinin cenaze namazında şeriatın gereği saf tutanlar, daha sonra tabutun arkasından yürürken “Kahrolsun Şeriat!” diyerek tempo tutuyorlardı. Bir kısım halkın bu konudaki cehaletini motive eden şer odakları bu gibi yanlış işlere zemin hazırlamışlardır.

Yine şeriat aleyhinde yapılan bir yürüyüşten sonra konu kamuoyunun gündemine girmiş, ekranlarda tartışılmıştı. Kanal 7’de çıktığı bir televizyon programında, yürüyüşe katılan bazı kadınların kendisini aradıklarını ve ona; “Yürüyüşe katılarak yanlış mı yaptık acaba?” diye sorduklarını söyledi. Hoca’nın onlara cevabı şu olmuştu: “Peki, niçin eyleme katılmadan evvel beni aramadınız? Geçmiş olsun. Testi kırıldıktan sonra artık bunu sormanın bir anlamı yok.”

Kendisine yönelik eleştirilerin odağında yer alan hususlardan birisi de şahsiyetindeki tekebbürdü. Doğrusu kendisini bu hususta eleştirenler pek de haksız sayılmazlardı. Ekrandaki tavrının ötesinde, birinci elden ve en güvenilir insanlardan duyduğumuz şehadetler, bu iddiaları doğrular mahiyetteydi.

7 Temmuz 2003 Pazartesi günü Ahmet Yüksel Özemre Hoca’yı Üsküdar’daki evinde ziyaret etmiştim. Hoca bana; “İslam’da Aklın Önemi ve Sınırı” isimli kitabını gösterdi ve ben gelmeden az önce yapılacak yeni baskı için gerekli olan düzeltmeleri tamamlayıp tashih edilmiş metni yayınevine gönderdiğini söyledi. Sohbetin ilerleyen deminde söz dönüp dolaşıp Yaşar Nuri’ye gelince, Hoca, tekrar kitabına atıfta bulunarak; “Yaşar Nuri bir seferinde bana; ‘Ben hep böyle bir kitap yazmak istedim fakat başaramadım. Hâlbuki ben âlimim, sen âlim değilsin. Sen bu kitabı nasıl yazdın?’ dediğini” nakletti. Tabii bu endazesiz söz beni bir hayli şaşırtmıştı. Özemre’ye hitaben; “Hocam! Bunu gerçekten size söyledi mi?” dedim. Hoca bunun bir sorgulama değil de şaşkınlık hali olduğunu anladığı için tebessüm ederek sözü şöyle bağladı: “Çok mütevazıdır. Paçasından akar kibir.”

yasar-nuri-ozturk-hayatini-kaybetti-152324-5

Forsunun yükseklerde dalgalandığı dönemdi. O yüzden zaman zaman Diyanet İşleri Başkanlığı’na getirileceği bile söylendi. Bazı yayın organlarında buna ilişkin haberler çıktı. 1997 senesiydi. Ceviz Kabuğu programında Hulki Cevizoğlu kendisine; “Geçen hafta bir gazetede Diyanet İşleri Başkanlığı’na getirileceğinize ilişkin bir haber vardı. Teklif gelirse tavrınız ne olur?” şeklinde bir soru yöneltti. Cevabı ilginçti: “Teklif gelirse değerlendiririz. Fakat Türkiye’nin henüz benim Diyanet İşleri Başkanlığı’ma hazır olduğunu düşünmüyorum.”

Bu cevap oldukça iddialı fakat bir o kadar da isabetliydi. Sadece millet değil, hükümetler de böyle bir tasarrufa hazır değillerdi. Türkiye din-devlet ilişkileri açısından laikliğin değil de Sezaro Papizm’in egemen olduğu bir ülkeydi. Diyanet İşleri Başkanı devletin memuru olup din bürokrasisinin başındaki adamdı. Dinin devletin kontrolü altında olduğu bir ülkede Yaşar Nuri Öztürk’ün mizacında bir Diyanet Reisi’ni düşünmek cidden zordu.

Türkiye’deki iktidarların hedefi din algısını değiştirmek değil, mevcut algı üzerinden toplumu kontrol edip yönlendirebilmekti. O yüzden de mevcut din algısını tahkim etmekti aslolan. Yaşar Nuri o koltuğa oturduğunda ise devrimci bir stratejiyle(!) birçok şeyi yerinden oynatmaya kalkardı. Bunu başaramazdı ama teşebbüs etmesi bile baş ağrısına ve iğtişaşa sebep olurdu.

Hiçbir hükümet buna yanaşmadı. Başka etkili görevlere getirilmesi de söz konusu olmadı. Daha doğrusu hiç kimse böyle bir adama yetki vermek istemedi. Resmi unvanı olmadan devirdiği çamlar, kendisini taşımanın mümkün olamayacağını gösteriyordu. Kontrol edilmesi zor adamdı.

Yaşar Nuri ilk kavşakta özerkliğini ilan eder, en başta kendisini o makama getirenlerle kavga ederdi. Kesinlikle söz dinlemezdi.  Belki bir seneyi bile bulmadan girişilen macera fiyaskoyla son bulurdu. Evet, Yaşar Nuri’yi öyle bir makama oturtmak, maceraya atılmaktan başka bir şey değildi.

Türk toplumu zannedildiğinin aksine dindar bir toplum değildir. Fakat diniyle uğraşılmasına da tahammül edemez. Özellikle muhafazakâr çevrelerde bu duyarlılık yüksektir. Yaşar Nuri Öztürk’se sürekli olarak toplumun diniyle uğraşıyor, en ağır eleştirileri getiriyordu. Yerleşik değerlere harp ilan etmiş bir tutum içindeydi. Namazın üç vakit olduğunu söyleyen, zemzemi hafife alan bir Diyanet İşleri Başkanı hem toplumun hem de devletin sigortalarını attırırdı.

Onu Diyanet İşleri Başkanı ya da Diyanet’ten sorumlu devlet bakanı yapmak çok riskliydi. Ne zaman patlayacağı belli olmayan bir bombayı elde tutmaya benziyordu bu durum. Hiçbir hükümet böyle bir tasarrufu göze alamazdı. Almadı da.

Sadece CHP ona sıcak baktı ve partisinin saflarına kattı. Partiye davet edilmesi ilmiyle, müktesebatıyla partiye yapacağı katkıdan dolayı değildi kesinlikle. Dinsiz yaftasından kurtulmaya çalışan partinin böylesine bir kan takviyesi ve imaj tazeleme operasyonuna ihtiyacı vardı. Milletvekili yapıldı ama kendisine partinin etkili ve yetkili organlarında hiçbir görev verilmedi. Verilmiş sözler varsa da geçiştirilerek nisyana terkedildi.

1460

Yaşar Nuri, CHP’ye vitrin süsü yapılmak için davet edildiğini anladığında ise kızılca kıyamet koptu. Partiyle ilişkisini bitirdikten sonra çıktığı bütün televizyon programlarında hem CHP’yi hem de Deniz Baykal’ı topa tuttu. Hemen hiçbir parti yöneticisi kendisiyle polemiğe girmedi. Partiden ayrıldıktan sonra CHP’de geçirdiği dönemi “Atatürk’ten Sonraki CHP” adıyla kitaplaştıran Yaşar Nuri Öztürk, partiyi mercek altına yatırarak yerden yere vurdu. CHP, Yaşar Nuri dosyasını yüksek bir maliyetle kapatmıştı.

Ezan, Türkçe ibadet, namazın üç vakit olduğuna ilişkin görüşleri CHP’de bile sıkıntı yaratmıştır. Deniz Baykal’a, Yaşar Nuri’nin bu konudaki görüşleri sorulduğunda, bu fikirlerin partiyi bağlamayacağını söyleyerek destek vermekten kaçındı. Böyle bir durumda sürtüşmenin çıkması kaçınılmazdı. Çıktı da. Çünkü enesi yüksek adamdı Yaşar Nuri Hoca. Tekzip olunmayı hazmedemezdi.

Garip tecellidir. Din düşmanlığıyla nam salmış bir parti bile Yaşar Nuri’nin bu açıklamaları altında ezildi. Onu taşıyamadı. “Bu açıklamalar bizi bağlamaz.” demek zorunda kaldı. Sözlerin sorumluluğuna ortak olmak istemedi.

Yaşadığı bu tecrübe siyasette kendisine yer olmadığını anlaması için yeterli olmadı. Bu seferde Halkın Yükselişi Partisi’ni (HYP) kurarak genel başkan sıfatıyla çıktı milletin huzuruna. Daha enginlere açılacaktı bu sefer. Türkiye’de tabandan gelmedikleri halde siyaset yapmaya soyunanların en büyük hatası, kişisel popülariteleriyle varlık gösterebileceklerini hatta iktidara uzanabileceklerini sanmalarıdır. Farklı sahalarda elde ettikleri başarının siyasette de önlerini açacağını düşünmeleridir. Bugüne kadar yaşanmış ve sükût-u hayal ile sonlanmış bir yığın şahsi tecrübe hala kifayetsiz muhterislerin gözünü açmaya yetmiyor. Yaşar Nuri’nin de gözlerini açmadı. İlim dünyasında sahip olduğu karizmanın ona siyasette de yaver olacağını zannetti. Tabii bu ham hayaldi. Parti genel başkanı olarak ortaya çıkınca siyasi yeteneğinin olmadığı daha açık bir surette görüldü. Benzerleri gibi bu teşebbüste üç dört yıllık bir siyasi patinajdan sonra son buldu. Halk kendisine çok net bir mesaj vermişti: “Biz seni ilim adamı olarak görüyoruz.” Daha sonra çıktığı televizyon programlarında siyasete harcadığı yılların hata olduğunu lisan-ı münasiple itiraf etti. Gerçekte siyasete girerken de bazı şeylerin farkında olduğu kanaatindeyim. Fakat Yaşar Nuri Öztürk hırslı adamdı ve hırsı daima aklının önündeydi.

20120518_yasar-nuri-hoca-nin-gozlukleri-saba-tumer-i-guldurdu

Peki, Yaşar Nuri Öztürk toplumun bir kesimi tarafından niçin bu kadar çok tutuldu? Neden onlar tarafından adeta bir idol gibi görüldü? Bu insanların geneli itibarıyla Yaşar Nuri’yi anladıkları kanaatinde değilim. Onu sevenler çoğunluğu itibarıyla modernliği hayatlarının merkezine yerleştirmiş insanlardı. Yaşar Nuri’ye toz kondurmayan bu kitlenin çıkış noktası dini duyarlılıklar değildi. Dinin doğru yorumlanması gibi bir hassasiyetten ziyade yaşadıkları modern seküler hayata bizzat dinin kaynağından referans arıyorlardı. Sekülerleşmenin aynı zamanda Kur’an’ın da bir talebi olduğunu söyleyen Yaşar Nuri Öztürk’ün bakış açısı, onların ekmeğine yağ sürüyordu.

Bu kitle, doğru ve akla yatkın bile bulsa klasik muhafazakâr çizgideki bir ilahiyatçının yaklaşımlarını benimseyemezdi. Ancak laik ve Atatürkçü bir din âlimi, onlara şifa sunacak reçeteyi yazardı. Nefsini dine uyduramayan kitleler, Yaşar Nuri üzerinden dini nefislerine uydurmanın yolunu buldular. Yaşar Nuri onlar için biçilmiş kaftandı. Adeta rahatlatma müessesesiydi. Tabii Yaşar Hoca, bu kitlenin maksadına hizmet etmeyi esas alarak mı hareket ediyordu, şuurlu bir şekilde böyle bir gayretin içinde miydi, bunu tartışmıyoruz. Burada söz konusu olan Yaşar Nuri Öztürk’ün niyeti değil, bu kesimin geneli itibarıyla ona nasıl baktığıdır.

Bu popüler ilahiyatçının iki binlerin ortalarından itibaren yıldızı sönmeye başladı. Mevsim değişiyor, buna paralel olarak Yaşar Nuri de hızla irtifa kaybediyordu.

İnsanlar yaşları ilerledikçe olgunlaşır, sivriliklerini törpülerler. Yaşar Nuri Öztürk’te ise bu durum, tam aksi istikamette tecelli etti. Yaşı ilerledikçe sivrilikleri ortaya çıkmaya başladı. İkbalden idbara yuvarlanış, şahsiyetini tebeyyün ettirmede turnusol kâğıdı vazifesi gördü. Şöhret ve ikbal onun için bir maskeydi. Maskenin düşmesiyle birlikte altındakiler de sırıtmaya başladı. Şöhret ve ikbale yaslanarak yaşayan bir şahsın, üzerinde yürümeye alıştığı zemin çökünce ne hallere düşebileceğinin canlı bir timsali oldu Yaşar Nuri Öztürk.

x240-qdq

Hayatının son yıllarında iyice dağıttı. İçinde küfür barındıran sözleri bile televizyon ekranlarında sarf etmekten çekinmedi. Tahammülsüzlüğü zirve yaptı. Kaprisleri ve kompleksleri iyice arttı. Kendisiyle program yapan sunuculara bile hiç sebepsiz fırça attı.

Sadece birkaç televizyon kanalı kalmıştı artık ona selam çakan. Onlar da ikbal devrinde misafir olmaya tenezzül etmeyeceği kanallardı. Eski alışkanlıklarından vazgeçemediği için bir süre sonra bu kanallara attı kapağı tamamen. Sürekli programlar yapmaya başladı oralarda.

Yaşar Nuri hayatın bir merdivene benzediğini, çıkışları olduğu kadar inişleri de olacağını kabul edememişti. Bugüne kadar o hep çıkmıştı, bundan sonra da öyle olmalıydı. Daima en yüksek alâkayı görmeliydi.

Devrin ve şartların değişmesiyle ikbal güneşi solup gurub etmeye başlayınca iyice çileden çıktı. Ağzından emziği alınmış bebeğe döndü. İçinden ağlıyor, dışındansa bağırıyordu. Son yıllarındaki pervasızlığı, tahammülsüzlüğü, sertliği içindeki gürültüyü bastırmak içindi.

Muhakkak ki Ziya Paşa’dan haberdardı. Ama keşke;

İkbâline idbârına dil bağlama dehrin

Bir dâirede devr edemez çenber-i devrân

 

diyen Ziya Paşa’yı daha iyi anlamış olsaydı. Yaşar Nuri elbet bu gerçeğin farkındaydı ama bir türlü kabullenip içine sindiremiyordu.

“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol” diyen şair, boşuna dememişti. Hikmeti bilmek, tek başına yeterli değildi, hakikate ulaşmak için ona râm olmak gerekirdi. İnsanoğlu hikmetten nasiplendiği ölçüde olgunluk merdivenlerini tırmanırdı.

Tasavvufun inceliklerini bilmek başka şeydi, gönlünde tasavvufu mayalamaksa apayrı bir şey. Sanatın inceliklerine vakıf olmak ayrı hünerdi, sanatkâr olabilmekse apayrı bir mazhariyet.

Bazı sinema filmlerinde iki ya da üç kişilikli insanların hayatları anlatılır. Yaşar Nuri’nin üslup, tavır ve reaksiyonlarını gözlediğinizde karşınıza birbirini takip eden üç devrede üç ayrı Yaşar Nuri Öztürk portresinin çıktığını görürsünüz.

Bu satırlardan dolayı bazı Yaşar Nuri Öztürk hayranlarının bana kızacağına eminim. Kendilerine tavsiyem, eğer bulabilirlerse üç ayrı dönemde yaptığı konuşmaları mukayeseli bir şekilde izlesinler. Ben bu yıllar zarfında üç ayrı Yaşar Nuri Öztürk gördüm. Onlar da göreceklerdir. Haksız çıkmayacağımı düşünüyorum.

yasar-nuri-ozturk-dogum-gununde-yasamini-yitirdi-8551783_x_769_o

Ölümünden sonra bazı yayın organlarında çıkan; “Cehennem onu bekliyor.” gibisinden nahoş ve nobran ifadeleri, tekfir kokan satırları doğru bulmadığımı belirtmek isterim. Hakkımızda nihai hükmü verecek olan Cenab-ı Hak’tır. Herhalde daha fazlasını söylemek haddi ve itidali aşmaktır.

Hangimiz mükemmeliz. Yaşar Nuri de mükemmel değildi elbet. Her fani gibi o da sevaplarıyla ve günahlarıyla göçtü bu âlemden. Son söz olarak her gidenin arkasından dendiği gibi; “Allah taksiratını affetsin.” diyelim. Mevtimizden sonra bizi değerlendirecek olanlar da en azından arkamızdan aynı şeyi söyleyebilsinler.

Sahip olduğu prestije göre çok gürültülü olmadı aramızdan ayrılışı. Sessiz gemiye bindi ve aniden çekildi hayat sahilinden.

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.