“Kutsal” Hakkında

Süleyman SertPeygamberlik müessesesinin temel misyonu; insanları belirli bir ahlâka ve tefekküre dâvet etmek, en yüce hakikati tebliğ etmektir.

Bu meyanda klasik geleneğimiz; peygamberi peygamber yapan temel mekanizmayı, doğrudan doğruya Allah’tan gelen bir tasarruf ve lütuf olarak değerlendirip, peygamberliğe giden süreçte aşağıdan yukarıya, peygamber olmayı hak edecek, yücelecek insanî özelliklere hiç temas etmez.

Yaratılıştan gelen üstün bir yeteneğin, o yeteneğin içsel bir mekanizma ile işler hale gelmesinde ve nihayetinde vahye maruz kalmasındaki temel manevî süreç, hepimiz tarafından meçhul ve dokunulmaz olarak göz ardı edilmektedir.

Sait Abi’nin (Sait Başer) bir yazısında, “…toplumsal bir koruma, değerler hiyerarşisi oluşturma alanında çok işimize yarar” şeklinde de değerlendirdiği, takdis edilmiş kavramlar arasında zikrettiği “peygamber” kavramını, tefekkürün dahi dokunamayacağı bir yüceliğe yerleştirmenin, onu hayatımızdan tecrit etmekle eşdeğer görmesini anlamak gerek. Böyle bir yüceleştirme işinin doğru adını “ötelere itmek, uzaklaştırmak” şeklinde de şerh edebiliriz.

Adına tebliğ dediğimiz misyon, muhatabındaki hangi melekeye hitap etmekte ve muhatapta bulunan ne tür bir kavrayış ve istidat, insanı tebliğe açık hale getirmektedir?

Bu soruya verilecek ilk cevap “akıl” olsa gerektir. Sağduyuya en yakın, en kuvvetli cevap da budur. Daha sonra “irade”, “gayret”, “sabır” gibi pek çok cevaplar da ilave edilebilir. Ancak içinde akıl bulunmayan bu cevaplar tek başına yeterince yol gösterici olamayacaktır. Zira pek çok farklı konuda “gayret”, “irade” ve “sabır” gösterilebilir ama doğruyu ancak “akıl” seçebilir.

Diğer bir cevap ise adına “sevgi” dediğimiz açıklanması gerçekten zor olan bir şeydir. Bu hâli açıklamak için “şey” kelimesinden başka bir kelime yeterince belirleyici olamıyor. Açıklanmak ve bilinmek istediği halde bu kadar açıklanamaz olan ve şerhi eksik kalan başkaca bir kavram yoktur sanırım. Bu böyle olduğu halde bir o kadar da insanî bir kavramdır. Yere göğe sığdıramadığımız, içimize sığdırdığımız bir yücelik. Varlığını kutsadığımız, varlığımızı kutsayan, var olmayı hissettiren…

Varolmak; akıllı, bilinçli, ilgili, duygu dolu ve kendini fark eden bir kavrayışa sahip olmak. Bütün bunların noksan olması, yani varlığının idrâkinde olamama hâli neredeyse yok olmak ile eşdeğer bir mânâya geliyor.

Ancak; insan olarak bizim bulunduğumuz farkındalık seviyesine göre, idrâksizlik seviyesinde olan bu varlık, gene de var olduğu için, sırf bu sebepten, mutlak bir idrâksizlik içinde olamaz. Değil mi ki var! Onun bâtınında hayat, canlılık ve bilinç gizlidir. Çünkü bütün bu hayat, böyle ilkel bir oluştan çıkmaktadır.

Bir şeyin “ilke”si; en başından en sonuna kadar referans olarak atıfta ona bulunulan ve o şeyi akort eden temel bir kuvvettir. Bu mânâda “ilkel” olma hali; “işlenmemiş olma, saf olma” hali olmakla birlikte, var olan herhangi bir şeyin, o şey ne kadar mütekâmil ve gelişmiş olursa olsun, ilkesidir, tohumudur. Ve her şey tohumdan zuhur eder.

Bu tohum olmaklık durumu, içinde yaşadığımız nesnel varlık âleminin, ona yükleyeceğimiz anlamı taşıma istidadına da sahip olması anlamına geliyor. Eğer bu istidada sahip olmasaydı, anlam yükleme yeteneğimiz karşılıksız kalabilirdi. Örneğin; “fhgfuyşlkjlkjjo” dizilişine hiç bir anlam yükleyemeyiz. Varlık âlemi ise, anlam yüklemeye müsait bir diziliş içerisinde yerli yerinde durmaktadır.

Bu bağlamda varlık âlemine ve kendine anlam yükleyen bir şuurun düştüğü ilk hâl, “hayret” oluyor. Böyle de olmalıdır; zira şuur seviyesine çıkan farkındalık, sanki  “yok iken”, “var olmak” gibi acayip bir durumdur. Bu fark edişin getirdiği hayret ve hayranlık; ilgiyi, sevgiyi, anlamayı yani yakınlaşmayı; âdeta birleşmeyi ve bütünleşme arzusunu tetikliyor. Ve adına “Tevhid” dediğimiz bir kavrayışla tam bir dirilik haline gelip sahip olduğu bütün melekeleriyle, haliyle ve kavliyle zikre başlıyor.

Bu zikrin kemâli ise kendi içinde bulunduğu toplumun değerlerine temas eden “kutsal”ı yeniden tanımlayan, gerektiğinde değiştiren, yeniden anlamlandıran, adına vahiy dediğimiz en derin ve en cesur fark edişlerle yapılıyor. Târihen sabittir ki bu zikir yeniden ve yeniden defalarca terkip edilmiştir.

Bu terkip işi nesnel varlık âleminde o zaman için doğru kabul edilen bilgiyle yapılmaktadır ve ömrü vardır. Çünkü bu terkibin hitap ettiği toplumların aklının da bir ömrü vardır. Bir zaman gelir o akıl değişir, yeni bir akıl ortaya çıkar. Vahyin kutsal yönünü belirleyen ise; varlık âlemine nasıl bakmak gerektiği yönündeki teklifidir. Bu teklif bizim İslâm inancımızda tevhid esasına dayanmaktadır. Yoksa vahyin kelâm tarafı içinde bulunduğu zamanın bilgileriyle ve aklıyla konuşur. Zamanla da bilgi değişir. Bunun için bir peygamber gider, başka biri gelir, farklı bilgilerle gelir. Her gelen vahyin ruhu ise “kendinden önceki istikameti doğrulayan” belirli bir istikametle gelir.

İstikameti değişmeyen zamanın bu ruhu, seviye seviye kâh manevi bir sarhoşluk ile şiir olur, musıkî olur, semâ olur; kâh akıl olur, yol gösterir, ışık olur; kâh hikmet kesilir, vahiy olur; nihayet Refîk-i A’laya yücelir, onda yok olur, baki kalır.

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.