Üsküp ve Yeni Bir Kimlik İnşaası

Haldun Sönmezer

Gülasfi Hanım’ın şubat ayı içinde Keyfiyet Mahfili’nde yayınlanan Makedonya hakkındaki yazısını okuyunca geçtiğimiz yaz Balkanlar’a düzenlediğimiz tur esnasında Makedonya’dan geçerken duyduklarımı ve gördüklerimi hatırladım. Üsküp’te şahit olduklarımı paylaşmak istedim.

Makedonya Cumhuriyeti yüzölçümü itibarıyla küçük bir ülke. Sivas vilâyetimizden bile daha küçük. İttihat ve Terakki gibi imparatorluğumuzun son on beş yılına damgasını vuran bir siyasi teşekküle kaynaklık ettiği için ise yakın dönem siyasi tarihimiz açısından etkileri çok büyük. Bir imparatorluk yangınını başlatan kıvılcım burada çaktı ve süratle yayılarak bütün imparatorluğu tutuşturdu. Politik kültürümüzün ve darbeler geleneğimizin oluşmasında ise İttihat ve Terakki’nin boy attığı bu coğrafya istisnai bir konuma sahip.

Yunanistan Makedonya isimli bir devletin varlığını kabul etmiyor. Devletin isminin “Makedonya” olması Yunanistan’ı siyaseten rahatsız ediyor. Çünkü Makedonya Cumhuriyeti aynı adı taşıyan tarihi bölgenin ancak bir kısmını içeriyor. İçinde Selânik şehrinin de bulunduğu daha büyük parça, yani güney Makedonya, Yunanistan toprağı. Sadece Yunan Devleti değil, Yunanistan’da hemen hiç kimse bu isimde bir devletin varlığını tanımıyor. Balkan gezimiz esnasında tur sorumlumuz olan Faruk Acar Bey kendi başından geçen ilginç bir hadiseyi Yunanistan’dan Makedonya’ya giriş yaparken gümrükte bizimle paylaşmıştı: Bir seferinde Yunanistan’dan Makedonya’ya gitmek için Selanik otogarından bilet almak istemiş. Seyahat açentalarından Makedonya bileti isteyince kendisine “Sizin yanlışınız var, öyle bir devlet yok! Siz anlaşılan Skopia’ya* gitmek istiyorsunuz.” şeklinde cevap verilmiş. Diğer acentelere sorduğu zaman da bu inatçı tutum değişmemiş. Yunanistan’da halk, devletin Makedonya’ya karşı izlediği politikanın sıkı bir takipçisi. Başkentin adı Yunanlılara göre aynı zamanda bu ülkenin ismi. Skopia, yani Üsküp Cumhuriyeti…

Üsküp! Türk milletine bütün zamanların en büyük Türk şairini hediye etmekle zihnimize nakışlanmış şehir! Sokaklarında Yıldırım Bayezid’in fatihliğini ve Yahya Kemal’in şairliğini düşünmeden yürüyemediğiniz belde! Medeniyetimizi üreten merkezlerden biri. Tevhide adanmış nefislerin şehitliğe koştuğu menzil. Kelimenin tam anlamıyla bir Evlad-ı Fatihan yurdu. Yahya Kemal’in ifadesiyle Bursa’nın Şar Dağı’ndaki devamı…

Üsküp’e ayak bastığımız vakitlerde cuma ezanı okunmak üzere. Namazımızı, II. Bayezid ve Yavuz Sultan Selim’e vezirlik yapan Mustafa Paşa tarafından yaptırılmış tarihi Mustafa Paşa Camii’nde eda ediyoruz. Tabii hutbe Arnavutça olduğu için anlamadan sadece dinliyoruz. Soğuk savaş döneminde Mustafa Paşa Camii gibi anıtsal değeri olan camiler kapalı tutulmuş ve depo gibi yapılış gayesine aykırı maksatlar için kullanılmış. İnsanlar ibadetlerini daha ziyade sokak aralarındaki küçük camilerde yerine getirmişler. Altmışlı yılların sonlarında cami tekrar asli fonksiyonuna kavuşmuş. Tabii Müslüman halkın yoğun baskıları sonucunda… 2006-2011 yılları arasında da bu caminin TİKA tarafından restore ettirildiğini öğreniyoruz. Hükümetimizin ecdat yadigârlarına sahip çıkması gönlümüzde gizli bir memnuniyet hissinin uyanmasına vesile oluyor.

Caminin konumlandığı noktadan Üsküp’ü, değişik bir açıdan görüyorsunuz. Buradan şehre bütüncül bir nazarla baktığınız zaman uzaktan bir Anadolu kenti veya kasabasını seyrediyormuş gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Yani manzara oldukça tanıdık.

Üsküp Çarşısı’nın ise Anadolu’daki benzerlerinden hiçbir farkı yok. Sadece Osmanlı çarşısını andıran otantik yapısıyla değil, insanlarının sıcaklığı ve dışarıdan gelenlere karşı sergiledikleri davranış kalıpları, jest ve mimikleri itibarıyla da buram buram Anadolu kokuyor. Üsküp Çarşısı ile Üsküp’e gelmeden iki gün önce gördüğümüz Saraybosna’nın Baş Çarşısı’nda gezerken bu hakikatle her dem yüzleşiyorsunuz. O itibarla yabancılık da çekmiyorsunuz. Bu çarşının içinde gezerken Yıldırım Bayezid Hanın yadigârı olan bu şehirden Türk-İslam kimliğini silmenin o kadar kolay olamayacağını hissediyorsunuz. Bir buçuk asra yaklaşan bir tarih ve kültür düşmanlığının ve mukavemet görmemiş şedit bir hunharlık ve savletin bile buna muvaffak olamadığını fark ediyorsunuz. Belki de bütün gayretlere rağmen maddi ve manevi boyutlarıyla yok edilemeyen bu tarihi miras besleyip büyütüyor Avrupalının deli öfkesini…

Ecdat yadigârı bu şehrin üzerine on iki yıldan beri teslisin gölgesi çökmüş durumda. Şehre bakan Vodno Dağı’nın zirvesinde 66 metre yüksekliğinde bir hilkat garibesi yükseliyor. Kendisinden Haç heykeli olarak da bahsedilen bu yapının adı Milenyum Haçı. Makedon-Ortodoks Kilisesi tarafından finanse edilen ve Avrupa devletleri ve A.B.D tarafından da birçok yönden desteklenen bu heyula üçüncü bin yıla girmek üzere olan Hıristiyanlığın İki bininci yılını kutlamak adına dikilmiş.

Gayemiz, Hıristiyanlığın beynelmilel sembolü olan Haçı tahkir ve tezyif etmek değil. Bu, asırlar evvelinden günümüze intikal etmiş bir hatıra değil. Yani tarihi bir değeri yok. Ayrıca sanatsal ve estetik açıdan da hiçbir kıymet taşımıyor. Şehrin tepesine kondurulmuş, bir demir-çelik yığınını andırıyor. Fazla bir estetik kıymeti olmayan Eyfel Kulesi nasıl 19. yüzyılda hızla sanayileşen Fransa’nın bu yeni sosyal gerçeğini ifade ediyor idiyse bu çelik yığını da sadece Hıristiyan-Makedon kimliğini vurgulama sevdasındaki müptedi bir zihniyetin taassubunu seslendiriyor. İçinde yaşadığı topluma tevhidi bir nazarla bakmayan ve kendisinden farklı olanı dışlayan bir garabete işaret ediyor. Rehberimiz Üsküp’ün sinesine saplanan bu hançerin yüksekçe bir menzilde konumlandığı için Makedonya’nın birçok yerinden görülebildiğini söylüyor. Çağlar boyu o coğrafyayı yönetmiş olan Osmanlı idaresi hiçbir şehrin tepesine adeta tebaası olan diğer din mensuplarını kışkırtırcasına kendi dininin sembolünü dikmek ihtiyacını duymamış. O zaman aynı zamanda bir tevazu ve kendini bilme medeniyeti olan Osmanlının İstanbul’u fethettikten sonra Ayasofya’nın karşısına Sultanahmet’i inşa etmek için tam 150 yıl beklemesindeki sır ve hikmeti de daha iyi kavrıyorsunuz.

Milenyum Haçı’nın gölgesi adeta Hilâl’in Üsküp şafaklarında 520 yıl süren egemenliğinin rövanşını almak istercesine dikilmiş bir hınç ve intikam abidesi gibi yükseliyor. Ehl-i salip zihniyeti, politika değiştirmişe benziyor. Yıkımlarla, katliamlarla, İslam eserlerine karşı giriştiği tahrip politikasıyla şehrin ve ülkenin madde ve manasından kazıyamadığı Türk-İslam mührünü, şimdi farklı bir yolla -strateji değiştirerek- silmeye çalışıyor. Yıkarak Üsküp’ün Müslüman Türk kimliğini yok edemeyen zihniyet, şimdi hummalı bir inşaa faaliyetiyle şehrin çehresine kendi makyajını vurmaya çalışıyor. Vandallıkla beceremediğini, mefhum-u muhalifini üreterek ve kendi kimliğine ait olanı adeta kör göze parmak sokarcasına öne çıkartarak başarmaya uğraşıyor.

Makedonya hükümeti son yıllarda Ortodoks-Makedon kimliğini vurgulamak adına büyük bir proje başlatmış. Bu proje “Üsküp-2014” adını taşıyor. Projenin ihracatı yükseltmek, istihdamı arttırmak, yeni iş alanları açmak, yeşil alanları çoğaltmak gibi bir misyonu yok. Proje tamamen tarih ve kültür eksenli olup Makedonya Meydanı olarak da bilinen şehir meydanının ve çevresinin Makedon kafasına göre düzenlenmesi ve bu yolla toplumda çok da gerçekçi olmayan yeni bir tarih algısı oluşturulması hedefini güdüyor.

Çarşıdan çıkıp tarihi Davut Paşa Hamamı istikametinde yürüyünce karşınıza bu meydan çıkıyor. Meydan adeta Üsküp’ün Türk-İslam kimliğine meydan okurcasına Makedon tarihinin bir gösteri alanına dönüştürülmüş. Son yıllarda önemli bir kısmı Avrupa Birliği’nden gelen fonlarla bu meydan düzenlenmiş. Makedonya’daki İslam eserleri TİKA tarafından restore edilirken bu meydanın önemli ölçüde Brüksel’den gelen fonlarla inşa edilmesi, herhalde AB’nin Hristiyan kimliğe sahip bir kuruluş olduğunu göstermesi açısından yeterli bir karine olsa gerek. Meydanda hiçbir İslami motife yer yok! Tarihin beş asırlık dönemine en ufak bir atıfta bulunulmuyor. Antik devirlere ve Ortaçağ’a nispetle daha yakın bir mazi olan Makedonya tarihinin en önemli dönemi bu meydanda adeta yok sayılıyor. Ülke nüfusunun üçte birini oluşturan Türk, Arnavut ve diğer Müslüman topluluklara rağmen…

Ayrıca meydanda Osmanlı idaresine karşı isyan etmiş bazı komitacıların heykelleri de var. Osmanlıya muarız ve muhalif unsurlarla meydanı süsleyen zihniyetin bu meydanda beş asırlık bir tarihe kucak açmayacağı çok açık. Birden büyük hikâyecimiz Ömer Seyfettin’i hatırlıyorsunuz. Yazarın Beyaz Lale ve Bomba gibi hikâyelerinde Balkan komitacılarının işlemiş oldukları şenaatlerin anlatıldığı bölümler, adeta gözünüzün önünde resmigeçit yapıyor. İşte o hiçbir ahlâki müeyyide tanımayan gaddar ve alçak adamların tasvirlerinin şimdi bu meydanı parsellediğini düşünerek “Meydan kimlere kaldı?” deyip hayıflanıyorsunuz.

Meydanın başka bir köşesinde kucaklarında çocuklarıyla kaide üzerine oturmuş vaziyette yarı çıplak görünümlü kadın heykelleri var. Rehberimiz Adnan Bey’e bunun ne anlama geldiğini soruyoruz. Heykellerin Makedon kadınının doğurganlığını ve anaçlığını simgelediğini söylüyor. Kendi kültürümüzdeki ana motifiyle hiçbir benzerliği olmayan bu heykellerin yarı çıplak vaziyetteki erotik görünümleri dikkat çekiyor.

Meydanın en göz alıcı ve devasa yapıları ise krallara ait olan heykeller. Bir köşede Büyük İskender’in, diğer köşede onun babası olan Filip’in, bir diğer noktada ise Makedonlar gibi Bulgarların da sahip çıktığı Çar Samuel’in heykelleri arz-ı endam ediyor. Paylaşılamayan sadece Çar Samuel değil. Büyük İskender’e de hem Yunanlılar hem de Makedonlar sahip çıkıyor. Yunanlılar, Makedonlar, Bulgarlar… Tarihlerinde çok fazla büyük adam olmadığı için bu tarihi figürleri hepsi sahiplenme telaşı içinde. Yeni ve güçlü bir ulusal kimlik yaratma yolunda atılan bu canhıraş adımların arka planındaki psikolojiyi böylelikle deşifre etmiş oluyorsunuz. Ulus-devletin demografik şartları mevcut olmasa bile, bu yoldaki en büyük teorik eksikliğin giderilmesi. Öncelikli olarak yeni bir tarih kurgusu ve daha sonra da buna dayanarak yeni bir kimlik inşaası…

Meydanın daha uzak bir köşesinde ise Paris’teki meşhur Zafer Takı’na benzeyen bir Zafer Kapısı gözünüze çarpıyor. Eski Roma’daki zafer kapılarını andıran bu anıt, acaba Makedon tarihinde kazanılmış hangi büyük zaferin(!) anısına dikildi, diye insan kendisine sormadan edemiyor. Kapının, bugünkü Makedon toplumuna aidiyeti bile tartışmalı olan Büyük İskender’in, Mısır ve Hindistan’a kadar uzanan zaferler serisini temsil ettiğini öğreniyoruz.

Bütün bu heykel kalabalığını gören Ayhan Bey dostumuz “Şimdiye kadar putu bu kadar çok olan bir şehir görmemiştim.” diyor. Rehberimiz nazik bir şekilde heykeli çok daha fazla olan şehirlerin olduğunu dile getiriyor ve bazı orta Avrupa ülkelerinin isimlerini sıralıyor.

Meydandan çıkıp motorlu taşıtlara kapalı geniş bir yürüyüş yoluna giriyoruz. Fazla yürümeden yolun sol tarafındaÜsküp doğumlu olan dünyanın en ünlü rahibesinin heykeli ile karşılaşıyoruz. Rahibe Teresa’nın heykelini görünce aklınıza takılmıyor değil! 2010’dan beri Makedonluk ve Ortodoks Hıristiyanlık dışında tüm etnik ve dini unsurları yok sayan bu zihniyetin niçin Katolik bir Arnavut rahibenin heykeline sahip çıktığını kendi kendinize soruyorsunuz. Cevap gayet basit! Yeni bir tarih ve kimlik inşaası bağlamında Nobel Barış Ödülü sahibi de olan Rahibe Teresa gibi beynelmilel bir şahsiyet, inşaa edilmeye çalışılan bu yeni ulusal kimliğe olumlu katkı yapar. Mezhep ve etnik köken farkı olsa bile neticede Hıristiyanlık bütün bu insanları bir ortak paydada buluşturabiliyor. Ayrıca Üsküp’te doğup büyümüş olmak da büyük avantaj! Üsküp doğumlu olduğu için adı hep Üsküp ile birlikte anılmış ve dünya şiir tarihine adını altın harflerle yazdırmış olan Yahya Kemal’e ise aynı ortak paydaya sahip olmadığı için şehrin meydan ve sokaklarında yer verilmiyor.

Yahya Kemal’in tavrıyla “Zihnim bu devirden ve bu meydandan çok uzakta…” deyip tekrar Üsküp Çarşısı’na doğru yöneliyoruz. Şehrin çarşısında ve eski mahallelerinde gezerken kentin ruhuna sinmiş olan aşinası olduğunuz o manevi havayı solukluyorsunuz. Farkında bile olmadan kendinize “Bütün bu gayretler neticesinde göl maya tutar mı?” diye soruyorsunuz. Üsküp’teki Osmanlı mirası bir ummana benziyor. Bu umman karşısında kılıcını kuşanmış olan zihniyet ise barajı doldurabilmek için bin bir güçlükle su tutmaya çalışıyor. O itibarla aklınızın sorduğu bu soruya yüreğinizin verdiği cevap“hayır” oluyor.

İdaresi altındaki bütün renkleri gerçekte o değişmez hakikatin, yani birin farklı fakat birbirini tamamlayan veçheleri olarak görerek tevhid idrakini daima canlı tutmuş ve bu anlayışla birbirine münafi olan unsurları bile kendi kozmosunda asırlar boyu barış ve huzur ikliminde yaşatmış olan bir medeniyet sentezinin ardından Üsküp’ün kesrete ve tabiatıyla da huzursuzluk ve kaosa kapı aralayan bu nevzuhur ve şovenist idare anlayışı, ister istemez sizi bu toplumun geleceği hakkında düşündürüyor.

* Skopia Üsküp’ün Makedoncadaki karşılığı oluyor.

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.