Medeniyetimiz ve Türkçenin Değeri

Bir milletin hafızası yalnızca anılarında değil, dilinde yaşar. Dil, bir yandan geçmişin mirası, diğer taraftan geleceğin kurucusudur. Bir dilin içinde taşıdığı değerler, o toplumun dünyayı nasıl algıladığını, nasıl anlamlandırdığını gösterir. Her kelime, bir tecrübenin iz düşümü ve bu deneyimi yaşayan şuurun ufkunu taşır. Bu yüzden dil, yalnızca bir iletişim aracı değildir. Dil varlıkla temas devam ettikçe doğacak olası durumların şifrelerini de bünyesinde barındırır. O halde dil, aynı zamanda varlığın diğer unsurlarıyla temas halinde olmanın da başlıca yoludur. Bu nedenle medeniyet; yalnızca mimari, sanat ya da kurumlar bütünü değil, aynı zamanda bir kavramlar bütünlüğüdür.

Başka bir açıdan bakıldığında, dil insanın kendi varoluşuna tanıklık ederken yarattığı semboller coğrafyasıdır. Bu tanıklık, kelimeler aracılığıyla anlam kazanır. Bir dil, varlığı nasıl duyduğumuzu, hakikati nasıl kavradığımızı hem anlatır hem de bu anlatıları yeniden kurgulayarak bir daha belirler. Dolayısıyla medeniyet, bir kelime sisteminden çok daha fazlası olarak, bir anlam evreni tanımıdır.

Türk düşünce geleneği, deneyimi değere, değeri kavrama, kavramı ise dil estetiğine dönüştürmeyi başaran bir kültür inşa edebilmiştir. Bu dönüşümün merkezinde Türkçenin, yani bir hikmet dili olarak şekillenmiş dilimizin, tek Tanrı merkezli Töre’nin anlam sistematiği yer alır. Öyleyse medeniyetimizin kavramlaşma sürecinde, dilin değerlerle ilişkisi ve Türkçenin bu zincirdeki yaratıcı gücü, meselelerimizin çözümü için temel kaynak niteliğindedir.

Medeniyet dediğimiz olgu, insanın dünyayı deneyimlemesinden doğar dersek, epeyce doğru bir yerden yaklaştığımızı söyleyebiliriz. Deneyim, duyulara ilişkin bir karşılaşma olmakla beraber, aynı zamanda bir yorumlama ve anlamlandırma eylemine de kaynaklık teşkil eder. Doğal olarak insan, yaşadığı olayları yalnızca dış dünyada değil, bilincinde de yaşar. Süreç, deneyimin içe yönelerek değere dönüşmesi sonucunu doğurur. İnsanın yaşadığı olaylardan bir anlam süzerek değer üretmesi, dilin imkânlarıyla terminolojiye katılır. Bu değerler, dil yoluyla ve zamanla toplumsal ölçeklerde paylaşılarak, yaratılan anlam/kültür ortak bilinçle hayata katılır.

Sait Başer’in “Türkçe de, diğer dünya toplumlarının dillerinin onlara ayna tutması gibi, bizim toplumumuzun aynası. Bütün geçmişi her yönüyle içinde barındırırken, edebiyattan sanatlara, felsefeden teknolojiye geleceğin bütün ihtimallerini de içinde barındırmaktadır. Türkçeye nâfiz bakışlarla bakabilseydik, toplumun muhtemel gelecek hikâyesini de orada bulabilirdik.” görüşü, lisanın tarihi birikimden kaynaklanan, gelecek öngörüsüne dair gücünü açıkça anlatmaktadır.

Sözü edilen değer sistemi, Türk kültüründe Töre kavramı etrafında biçimlenir. Töre; sanıldığının aksine bir hukuk sistemi olmaktan çok, hukuka ruhunu veren hikmetli düşünce zeminidir. Töreli düşünce; varlığın birlikçi düzenine uyumlu davranışların habitatını yaratır dersek, konumuz bağlamında iyi bir açıklama yapmış sayılırız. Bu yüzden Türk düşüncesinde iyilik, adalet, merhamet, doğruluk gibi yüksek değer ifade eden kavramlar yalnızca ahlâkî değil, yaratılıştaki hikmetin tezahürleridir.

Hilmi Ziya Ülken, Uyanış Devrinde Tercümenin Rolü adlı eserinde, değerlerin sadece ahlâkî değil, aynı zamanda medeniyet kurucu ilkeler olduğunu vurgular. Ona göre her toplum, kendi değerlerinden hareketle kavramsal bir anlam dünyası yaratır.

Nurettin Topçu’ya göre, “Değer, varlıkla kurduğumuz ilişkinin içteki biçimidir; dil, o biçimin dışa vurmuş sesidir.” Bu dünyanın lisanı, düşüncenin de yönünü belirler. Bu süreçte, dilin aktardığı anlam kuşaktan kuşağa taşınarak hem bireysel hem de toplumsal hafızanın temellerini inşa eder. Tabii olarak geçmişle bağı koparmadan geleceğe yürümemizi sağlayan en önemli unsur, ortak kavram haritasıdır. Bu bağlamda Türkçenin engin ifade gücü, her yeni nesle hem miras hem de imkân olarak sunulur. Nitekim, atasözleri ve deyimler gibi kalıplaşmış ifadeler, geçmişin birikimini günümüze taşırken, bugünün ihtiyaçlarına göre yeni kavramların da icat edilmesine önayak olurlar.

Bir değer, toplumun ortak bilincinde yerleştiğinde kavrama dönüşür demiştik. Kavram, özellikle bir duygunun değil, hatta daha çok bir düşünce düzeninin ifadesi olarak karşılık bulur. Lisan, bu dönüşümün temel aracıdır; ancak edilgen bir taşıyıcı değil, etkin bir kurucu güç olarak belirginleşir. Bu nedenledir ki kavram üretimi, yalnızca düşünce etkinliği değil, varoluşumuzu anlamlandırmaya yönelik bir faaliyettir. Geldiğimiz noktada “insan, bir dil ile düşünmez; dil olarak düşünür.” diyebiliriz. Bu yaklaşım, Türkçenin bir lisan olarak medeniyet kurucu rolünü anlamamızı kolaylaştıracaktır. Değerleri ifade eden kavramların Türkçedeki sembolleşme süreci, yalnızca dış dünyayı adlandırmakla kalmaz, bir anlam yoğurma biçimiyle düşünceye eklemlenir.

Örneğin “erdem”, “kut”, “bilgi”, “töre” gibi kavramlar sembollere bürünmüş kelimelerden ibaret değildir. Bu değerler birer düşünce mimarisinin eseridir. “Kutadgu Bilig”de bu kavramlar, toplumsal boyutta devleti, kişilik inşasında iç düzeni yapılandıran dayanaklı sütunlar olarak görülür.

Kavramlar, bir toplumun anlam sürekliliğini sağlamlaştırır. Bir kavramın ömrü, onu taşıyan kültürün derinliğine bağlıdır. Mesela Türkçede “iyilik” yalnızca bir ahlâkî tutum değil, bir varoluş biçimi olarak yaşar. Öyle ki “iyilik” kelimesinin, eski haliyle “edgülük” sözünün kökü olan ed-, Türkiye Türkçesindeki şekliyle ey- kökü, Türkçemizde eylem, etkinlik, etmek, etki ve benzeri kelimelerinde köküdür. “Eylemek” sözünden ilhamla icat edilen yeni “eylem” kelimesi ve “iyilik” sözcüklerinin aynı anlam kökünden türetilmesi çok manidardır. Demek ki Türk aklı, varoluşsal etkinliği ve bunun tezahürü olan eylemler bütünlüğünün aslını “iyi” olarak yorumlamaktadır. Yeni sayılacak bir kelime olarak örnek verdiğimiz “eylem” sözcüğünün yaratılma süreci, Sait Başer’in dil için ileri sürdüğü “geleceğin bütün ihtimallerini içinde barındırmaktadır” görüşünü doğrulamaktadır.

Kültür, bir anlam sistemi üzerine inşa edilir. Bu sistem, tarih boyunca sürekli güncellenir ve yeni zamanlar, yeni kavramlar doğurur; ancak bu kavramlar, kadim değerlerin üzerine inşa edilemezler ise hayatta karşılık bulamazlar. Bu yüzden medeniyet, hem sürekliliği hem de yenilenmeyi birlikte taşıyarak yaşamaya devam edebilecektir.

Değerlerden yaratılan kavramlar o kadar hayati bir öneme sahiptir ki, bir kavramın değişmesiyle, o toplumun düşünce ufku da büyük değişimlere uğrar. Buradan anlaşılıyor ki bir medeniyetin hayatiyeti, yeni ve güçlü kavram üretebilme kudretine bağlıdır. Sadece eski kavramları muhafaza etmek yetmez, yeni kavramlar üretmek varoluşsal bir meseledir. İşte Türkçenin yaratıcı gücü burada ortaya çıkar: Köklerinden kopmadan, yeni zamanların ihtiyaçlarını yanıtlayan yeni anlam yapıları üretmek. Türkçe hem kurgusu hem de muhtevası bakımından kökten türemeli bir dil olarak, Türk düşüncesinin kök kavramlarını çağın problemleriyle buluşturma kudretine sahiptir. Bu, medeniyetimizin kendini yeniden kurma biçimidir. Bugün Türkçe, yaratıcı damarı Töre üzerinden hikmet dili olma potansiyelini taşımaya devam etmektedir.

Yahya Kemal’e göre; Türk milletini var eden en önemli unsurlardan biri, binlerce yıllık kültürle yoğrulmuş Türk dilidir. O’na göre dil bir “mesele” veya “tartışma konusu” değil, bir “ruh” ve “estetik varlıktır”. Nihayet Yahya Kemal sözlüğünde “duyuş” kavramı özel bir yere sahiptir.

Türkçenin hikmet dili oluşu, onun yalnızca anlatım aracı değil, anlam üretim alanı olmasından gelir. Türkçenin hikmet dili olduğuna vurgu yaparken, oradaki yapının akılla sezgiyi, düşünceyle duyuşu birleştiren bir sentez gücü olduğunu da ifade etmiş olalım. Mesela “bilmek” fiilinden türeyen “bilgin” sözcüğü, uzmanlık bilgisindeki yetkinliği ifade ederken, “bilge” kelimesi, hem bilgi sahibi hem de hikmet sahibi olmayı kendiliğinden içerir. Bu, Türk dilinin düşünce sisteminde epistemoloji, ahlak ve estetik arasında kurulan güçlü bağlantıların da göstergesidir. Verdiğimiz örnek, Türkçenin felsefi boyutunun derinliğini de gözler önüne sermektedir.

O halde, yukarıdaki yaklaşımımızın sağlamasını yapmak amacıyla, yazımızın konusu olan “değer” sözcüğünün çözümlemesini yapalım. Böylece Türkçenin nasıl bir hikmetin dili olarak hayat bulduğuna belki daha yakından tanık oluruz. Dilimizde birçok etkin ve edilgen, uzak yakın temas eylemlerini ifade eden ayrıntılı bir sözcük birikimi var. Temas ayrıntılarını ifade eden kelimeleri iki ana başlık ve onların altında beş alt başlık altında ele alabiliriz. Buradaki amacımız, Türkçe ile seslenen Türk aklının eylem temelli kavramlaştırma yöntemini biraz olsun anlamaya çalışmak olacak.

“Değmek” Eylem Sözcüğü Üzerine

  1. isim ► dokunma (I).
  2. isim Buluşup görüşme, ilişki kurma; münasebet:
  3. isim Değinme, sözünü etme, bahsetme:
  4. isim Gidip gelme, ulaşım, bağlantı:
  5. isim, ruh bilimi ► dokunma (I).
  6. isim ► ilişki.

TDK sözlüğünde “temas” kelimesinin açıklaması incelendiğinde, bu kavramın altı başlık altında ele alındığı görülmektedir. Ancak, kişisel kanaatime göre, burada ayrıca “elleme” maddesine de yer verilmesi gerekmektedir. Ruh bilimiyle ilgili olarak belirtilen beşinci madde yerine “ellemek” eylem sözünü dahil ederek değerlendirme yapmak, çalışma yöntemimiz açısından daha anlamlı olacaktır. Çünkü beşinci maddede yer alan “dokunma” sözcüğünün yalnızca ruh biliminin değil, aynı zamanda duyuşun ve edebiyatın da bir konusu olduğunu biliyoruz. Bu nedenle, “dokunma” eylemi başlığı altında çözümlememize dahil edeceğiz. Buna paralel olarak, ikinci ve altıncı maddelerin de birleştirilmesi uygun olacaktır. Böylece sözcük kökü tablosunu aşağıdaki şekilde düzenleyebiliriz:

Başlıca Temas Eylemleri ile ilgili kök sesler:

t/deg                   
t/dok                       
el                       
il-                         
ula-

Kavramsal başlıkları ise aşağıdaki sıralamayla çözümlemeye çalışacağız.

  1. değme
  2. dokunma
  3. elleme
  4. ilikleme
  5. ulama

 

Değmekten Değere

Değmek ve dokunmak, etkin temas eylemlerini ifade eder. İlmek ve ulamak’ta ise; bağ kurarak, parçaları farklı konumlardaki bir unsurun ilgili organları birleştirilir. Burada tanımlayabileceğimiz bir bütünlük elde edecek temasın inceliklerini keşfederiz. Değer kelimesinin t/deg kökünden geldiğini, yani Türk dilinde başlıca temas eylemlerinden biri olan “değmek” eylemine yaslandığını söylemiştik. Kelimenin kökü olan teg- sözü “benzer ve gibi” anlamlarına geliyor ve “değince” ortaya çıkan sonuca da “değer” diyoruz. Ne demek istiyoruz? Temas ederek oradaki her ne ise o, bizde bir fikir, bir duygu veya bir anlam olarak değerlenir. Yani değdiklerimiz bizde hayat bulur, her seferinde biraz daha ona benzeriz, ondan bir şeyler alır veya onun gibi oluruz. Değdiğimizdeki anlam veya nesnel ölçeklere uygun bir değer yargısına varırız.

Ajun inçke tegdi tüzüldi törü,
törü birle atın kopurdı örü (103)

“Dünya asayişe kavuştu ve Töre kuruldu; o adını Töre ile yükseltti.”

Kutadgu Bilig’de ‘tegdi’ sözcüğü “kavuştu” anlamında geçer; yani yaklaşarak bitişmek. Orhun Yazıtları ve Kutadgu Bilig’de geçen ‘teg’ sözcüğü “benzer” ve “gibi” anlamına gelmektedir. Köl Tegin dikiti güney yüzü birinci satırdaki “Teŋri teg teŋride bolmış Türk Bilge Kagan” ibaresinde ‘teg’ sözcüğü en temel anlamıyla kullanılmış. Yani; o değil ama varlığını onunla temasına bağlayıp ona benzeyen. Güncel Türkçe değer sözcüğünün de kökeni olan teg- eylemi, fark edebilmenin özel bir yönüne gönderme yapmaktadır.

Türkçenin içinde yürüyen akıl, bir olgu ya da düşüncenin değerli olabilmesini kişinin onunla temas halinde olmasına bağlıyor. Burada ‘teg’ sözü, yani değmek eylemi bir bilgi türüne işaret ederken, sonraki aşamada elde edilen değer’e ontolojik bir anlam yüklemektedir. Demek ki bir şeyi bulmak ve öğrenmek tek başına yeterli olmuyor. Bulunan ve öğrenilenin, kişi için bir değer ifade etmesi, kelimenin kök anlamından da anlaşılacağı üzere ona bizzat değmeyi, temas etmeyi gerektiriyor.

Son zamanlardaki bilimsel çalışmalarda Türkçenin hikmetlerini doğrular nitelikte sonuçlarla karşılaşıyoruz. Örneğin, kuantum mekaniğine özgü bir olgu olarak dolanıklık kuramından yol çıkarsak, evrende her nesnenin özel bir iletişim biçimiyle birbiriyle temas halinde olduğunu söyleyebiliriz. Kişi varlığı da benzer bir iletişim yöntemiyle, yani özel değinmelerle anlam dünyasını yaratır ve yeni değerler üretir. Dolayısıyla değmek, yüksek bir farkındalığa yol açarak daha önce göremediğimiz ama var olanın bizde değer bulmasını sağlamaktadır. O halde bir şeyin o an orada bulunamaması, onun hiçliğine değil, bizim ona henüz değmediğimiz anlamına gelmektedir. Değişim sözcüğü de aynı anlam kökünden gelir. Değişim de yine kelimenin kökeninde anlaşılacağı üzere, özel bir değmenin sonucunda ortaya çıkan yeni değerlendirmelerin neticesidir.

Nefsünün varlıgını ‘akl-ı külle ulaşdur
Varlıgun yoga degşür cevher ol olma muhâs

Sevgili Yunus, farkında olanların “yokluğa” değerek cevher olacağını söylüyor. Yunus’un dizeleri, Türk dilinin köklü kavramlarına dayanan bir düşünceyi ifade ediyor. Metinde değinildiği gibi, “değer” kavramı Türkçede “değmek” fiilinden türemiştir ve temas yoluyla bir şeyin anlam kazanmasını ifade eder. Bu noktada Yunus’un yaklaşımına geçmeden önce, değmek kavramının Türk kültüründeki yeri üzerinde durmak faydalı olacaktır. Değmek, yalnızca fiziksel bir yakınlık değil, aynı zamanda zihinsel ve duygusal bir irtibatı da içerir. Örneğin bir insanın bir kitabı okurken hissettiği duygusal yakınlık da bir değme biçimidir. Bir annenin çocuğuna dokunması, bir dostun sevinci paylaşırken göz göze gelmesi ya da bir şiirin insanın ruhunda yankı bulması, değmenin gündelik yaşamdaki somut örneklerindendir. Bir nesne ya da düşüncenin kişide değer bulabilmesi, ona bizzat temas etmesiyle mümkündür.

Burada ontolojik arka planı göz önünde bulundurursak, Yunus’un “yokluğa değmek” ifadesi, insanın benlik sınırlarını aşarak varlığın birliğine ulaşmasını ve orada işlenen bir cevhere dönüşmesini anlatır. Cevher; var olan bir şeyin özü, esası, varlığındaki mayadır. Bu maya, gönül ateşinde pişerek işlenmekte ve her kişilik kendi değerini eşsiz bir mücevher olarak yaratmaktadır. Nihayet Töre düşüncesinde bu türden yüksek kişilikler bilge olarak adlandırılmaktadır. Yunus’un şiirlerinde sıkça rastlanan “yokluk” temâsı, aynı zamanda insanın maddi varlığından sıyrılıp manevi bir olgunluğa erişmesiyle ilgili olduğu anlaşılıyor. Bu yaklaşım, Kutadgu Bilig ve Orhun Yazıtları’nda geçen “teg” kavramı ile de örtüşmektedir. Orada da bir nesneye veya fikre yaklaşmak, ona benzemek ve nihayet onunla özdeşleşmek anlamı taşır. Değmek eyleminin bir bilgi türüne işaret ettiği ve ona temas edenin, temas ettiği şeyle bütünleşerek yeni bir değer kazandığı vurgulanır.

İnsanın varlığı ile temas ettiği her şeyde, kendini yeniden üretmesi ve anlamlandırması mümkündür. Burada, bir dost sohbetinde duyulan yakınlık, bir sanat eserine bakarken yaşanan duyuş zevki, kişinin öz varlığına temas etmesinin birer örneğidir. Değmek, yüksek bir farkındalığın kapısını aralarken, yokluğa temas edenin cevherleşmesi, kişinin kendi gerçekliğini bulma yolunda önemli bir aşamadır. Böylece Yunus’un sözü, Türkçenin kök anlamlarıyla buluşarak, insanın varoluşuna dair derin bir hakikati ortaya koymaktadır. Türkçe “değer” kelimesi, böylesi derin anlam katmanları üzerinden değerlenir ve güncel bir kavram olarak karşımıza çıkar.

Dokunmaktan Dokunaklıya

Kime dokundısa ol dost nazarı
Anun şu‘lesi var günden içerü

T/dok- kökü, dilimizde temel temas eylemlerini ifade eden birçok kelimeye kaynaklık teşkil eder. Doku, dokuma, dokunma, dokunaklı, dokunaç sözcükleri aynı köke yaslanırlar. Burada kök to- sesidir. To- sesi, asıl olarak bir şeye kendi bileşenlerine uygun müdahalelerle biçimlendirme işlemlerini ifade eden anlam kökenidir. Bu bağlamda nesne, olgu ya da düşüncenin birçok etki ile şekillendirilebileceğini biliyoruz.

Burada kastedilen, etkinin niteliğinin etkilenende kimyasal, fiziksel ya da duygusal bir değişim ya da dönüşüme yol açmasıdır. Örneğin, to- sesinden türetilen tod- kökünün eylemi olan “todmak”, günümüz Türkçesindeki hâliyle “doymak” sözü, bir organik ya da kimyasal etki/katkı süreçlerinin sonucunda ulaşılan tatmin duygusunu anlatır.

Toy sözünün ziyâfet, toplu yemek, şölen, düğün yemeği anlamına geldiğini biliyoruz. Toyda da amaç, yemek aracılığıyla toplumsal ve kültürel süreçlere, bazen siyasal akışlara dokunarak etki edebilmektir. Endüstriyel üretim aşamalarının nesnel etkileşim süreçlerinde de “doyum” ve “doyurmak” benzeri ifadeler terminolojide yer edinmiştir. Örneğin, bir üretim hattına eklenen emek veya makine sayısının bir noktadan sonra çıktıyı artırmaması, yani marjinal verimin sıfıra yaklaşması durumuna “doyum noktası” denir. Bir başka örnekte, endüstriyel üretimin insan faktörü tarafında, İngilizce “job satisfaction” tanımı Türkçede “iş doyumu” olarak karşılık bulmuştur. Yani hedefin kimyasına uygun etki ve katkılarla bir doyurma süreci ile istenilen değişim ve dönüşüm sağlanmıştır.

T/dok- kökü ise, şekillendirilmek istenen hedefin yapısına uygun sert ve kararlı vuruşu ifade eder. Örneğin, halı üretimi süreci “halı dokumak” olarak adlandırılır. İpliklerin özel ilmeklerle birbirine ulanmasını takiben, kirkit adı verilen özel bir aletin sert vuruşlarıyla halı adı verilen doku elde edilmektedir. Halı dokusunun sertlik kıvamı bu dokunuşlarla belirlenmektedir. Kumaş sektöründe kumaşın kalitesi için İngilizce dokunma, dokunuş anlamına gelen touch kelimesi “tuşe” seslendirmesiyle kullanılır. Hâlbuki “dokusu” ya da “dokunuşu” sözcükleri, bütün üretim sürecinin sonucunu değerlendiren çok daha anlaşılır bir ifadedir.

Türkçe, asıl temas eylemlerinden biri olan tok- kökünden yola çıkarak edebî anlatı ve duyuşumuzu şekillendiren algıları ifade eden sözcüklerde var. Mesela “dokunaklı” kelimesi, karşı karşıya kaldığımız bir duygunun bizim duygu dünyamızda ne kadar etkili olduğunu ve yeniden şekillendirdiğini anlatır. “Bu çocuğun hâli bana çok dokundu.” ibaresinde, muhatabın içinde bulunduğu duruma temas ettiğimiz, ona özel bir dokunuşla değerken bu etkinin bizde yine özel bir değişikliğe yol açtığını ifade ederiz. “Dokundurmak” deyimi de yine muhatabın düşünce ya da eylemini hedef alan bir karşı vurgudur.

Bir temas eylemi olarak T/dok- kökünden türetilen kelimeleri dikkate aldığımızda, nesnel etkilerden estetik biçimlendirmeye ve dokunuşların varoluşsal yönlerine atıf yapan Türkçenin incelikleri, Töre fikrinin hikmetlerine doğru yepyeni kapılar açacaktır.

Işkun okı demreni dokınur yüregüme
Işk içün ben öleyin demren kayusı degül
Yunus Emre

(Kökenbilim açısından elimizde yeterli kanıt bulunmamasına rağmen, “doğu” kelimesinin de bir temas eylemini ifade ettiğini söyleyebiliriz. Güneş ışıklarının yeryüzüne ilk değdiği/dokunduğu yar anlamında olsa gerektir. Öyle ya, güneş ışığı ulaştığı yerlerde her zaman bir kimyasal değişime/dönüşüme yol açmaktadır. Zaten “dokunma ve doyma” kelimelerinin kökü olan to- sesi tam olarak bu mânâlara anlatım kaynağı olmaktadır.)

*El- il- ve ul- köklerini başlı başına bir konu olarak ele alacağız.

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.