20. (21.) Asırda, Bir Aynadan…

(Gönülden Gönüle Yansıyanlar-2)

“İçi ummân-ı vahdettir yüzü sahrâ-yı kesrettir” -Niyâzi Mısrî-

Acı dolu bir çığlık attı insan! Uçsuz bucaksız kâinâtın bir köşesinde, bir kum tanesi kadar gezegende, küçücük bedeninden bir haykırış koptu. Ancak kendi kadardı…

Küçücük bir haykırış!

Yine de tüm evrende yankılandı sesi.

 

İnsan geldi.

 

Bir zamanlar Vahdet deryasında yüzer, ondan yudum yudum içerken… İçi dışı ummanken duyduğu ses!..

Duyduğu ses yine ummânın sesiydi. Oysa ummân da oydu, muhatap da o.

Bu ses neyin sesiydi o vakit?

 

Soru sormayı bilmiyordu henüz, cevap bulmayı da… Soru gibi cevap da ummândan geldi.

İçindeydi, içindeki sesle cevap verdi.

İlk ayrılıkta, sonsuza kadar içinde saklanacak hakikatiydi cevabı.

 

Unutacaktı.

Böylece baştan sona hasrete adayacaktı kendini.

 

Gün geldi, vakit geldi, mekân değişti.

Vücudu, “emânetin” ağırlığını ilk nefesinin acısıyla fark etti.

Haykırdı!

 

Bir cümbüşün içine doğdu. İlk ayrılığı tattı, ilk kopuşu…

Vahdetten kesrete ilk adım…

 

İkilik…

Sonra zamanla ayrılığın sızısını toplayıp bölerek, çıkarıp çarparak dindirmeyi öğrendi bilincinin kozasında.

Çıkarıp böldüğü, toplayıp çarptığı sadece kendisiydi. Ezeldeki cevabı, bekleyen hakikatiydi.

 

Acıktı, ağladı. Adım attı, düştü, ağladı.

Karnını doyurdu annesi, elinden tuttu, kucakladı, kokusunun emniyetinde uyuttu onu.

Kokusu ezeldeki ummânın kokusuydu…

 

Sonra tâ ezeldeki ayrılığı defalarca tekrarladı insan. Ayrılık acısının kaynağını unuttu.

İçinde saklı ummânı unuttu.

 

Yanarak sevgiyi tattı sonra. İlimle oyalandı…

Zulmü, ızdırabı, ihaneti gördü. Çirkinliğe karıştı. Öfkeyi, haseti, kederi tattı. Hayranlıkla güzelliği seyretti. Mutlu oldu. Vefayı, merhameti, şefkati, tevâzuyu hissetti. Hayal ile gerçeği karıştırdı, ümidi yakaladı. Sabır ve iradeyle adaleti anladı.

Varlıktaki cümbüşe ve içindeki yankısına baktı.

 

Yandı…

 

Soruların ve cevapların sürüp giden cümbüşte saklandığını anlasaydı!..

Hep ayrılığı tekrarladı. Kavuşmayı özledi.

 

Hepsi içindeki ummânın yakınlığında mı gizliydi!?..

                                                    

***                                            

Bütün insanlar aynı nefsânî süreçleri yaşarlar. Ama derdini keşfedenler… Derdinin çaresinin kendini bilmek ve tanımak ile olabileceğini anlayanlar… Kendini bilmenin meşakkatli yolculuğuna çıkmayı göze alan, anladıkları ile kendilerini ve hayatı yeniden dokuyanlar… İrfan sahipleri…  “Muzaffer Gaziler.”

Onlara “Hâl Ehli” diyorlar…

Ârifler!

 

Yoksa bilmek bir şey ifade etmiyor. Lafta kalan, yaşantıya geçmeyen bilgi kuru, hayatiyeti yok!

 

“Ne konuşalım?” diyordu Aynalı Baba, Raci’ye. “Harfleri bir araya getirerek hikmet bilinebilir mi?” (1)

 

Her şey candan cana kancalı sürüp gidiyor. Bütün hikâyeler de öyle…

Telefonda bile psikolojik tahlillerle dolu konuşmalar yapıyoruz çoktandır. Konular çer çöpten, eşya ve mekândan iç dünyalara geldi dayandı artık.

Herkes birbirini dinlerken kendini dinliyor bir bakıma, kendine bakıyor. Bakmalı da.

 

Kitabın bendeki hikâyesi de sürüp gidiyordu. Hediye edildi demiştim, on küsur yıl önce.

Ankara’dan yola çıkıp masamın üzerine konmuştu.

Kırk kilitli bir kapıydı sanki. Kırk kilidin kırkını da gördüm mü, kırk anahtarın kaçını bulabildim bilmiyorum.

 

Hikâye devam ediyordu.

 

Rahmetli Feyyaz Bey’i bilenler bilir. Muhabbet dolu bu insan Keyfiyet Mahfili’ne gelir giderdi. O da Sâmiha Ayverdi gibi, “Keşanlı Güzel” derdi ona, mezarına günün her saatindeki ziyaretlerini, orada yaşadığı halleri üstü kapalı, kendiliğinden bir cezbeyle anlatır, gözyaşlarını tutamazdı. Uzun zaman ısrar etti, “Gelin sizi Keşanlı Güzel’in kabrine götüreyim, kaç kişiyi götürdüm ben ona.” Bir türlü fırsat bulamadım. Belki de onun, ziyaretindeki mahremiyetine şâhit olmak istemedim. Sonunda defterimi aldı, Karacaahmet’teki mezarın detaylı krokisini çizdi. Ben de gideceğime söz verdim.

 

Kısa bir süre sonra Feyyaz Bey’i kaybettik. Defnedildiği gün, mezarının başındayken, “Safiye Erol’u da ziyaret edelim.” dediler. Çok sevdiği Keşanlı Güzel’e ne kadar yakındı! O anda buruk bir sevinç duydum. Sanki Feyyaz Bey hâlis niyetini onu uğurlamaya gelişimden istifâde ederek yerine getirmiş, beni Safiye Erol’a götürmüştü.

 

Yine kitaba dönelim…

Makaleyi okurken, yazıda yer alan Doğu ve Batı geleneklerinin, buralarda yetişmiş sanatçıların, bilim ve fikir adamlarının, mistiklerin, meczupların, aziz ve evliyaların, peygamberlerin kavram ve karakter olarak önceden okuduğum bir hikâye ile ne kadar örtüştüğünü gördüm. Zaten tasavvufla ilgili hemen bütün hikâyelerde konu seyr-i sülûktur ve neredeyse aynı sembol ve metaforlarla ilerler. Edebiyatta da bu böyledir, bütün eserler insana ve onun hayat yolculuğuna dairdir, örtüşerek yürür. Bu hem sanatın, hem onu ortaya koyan insanoğlunun tekâmülüdür kuşkusuz.

 

Neticede insan kendinden ibaret değil ki! İnsanlık havuzundan bir damladır ve o havuza ne kadar çok intibak ederse o denli zenginleşeceği de kuşku götürmez bir gerçektir. Sonuç olarak okuduğunuz metnin başka metinler tarafından şekillendirilmesi anlamı güçlendirir, anlamanızı kolaylaştırır. Hatta bazen bulmaca çözer gibidir, benzeşmeleri takip edip diğerini bulduğunuzda gizli bir zevk duyarsınız. Fakat düşünce de böyle ilerlemiyor mu zaten? Benim fark ettiğim de böyle bir şeydi. Makaleyi şimdi hayalin derinliklerinde tekrar okuyordum.

 

Yazdıklarım, okuduklarımın bende bu günlerde yankı bulmuş hikâyesidir. Yarın şimdi göremediklerimi görüp yeni şeyler söyleyebilirim. Safiye Erol ve Filibeli Ahmed Hilmi de o günden gördüklerini yazdılar. Eminim onlar da bu gün yaşasalar şimdiye ait akledişleriyle yeni şeyler söylerlerdi. Başkaları da değişik açılardan bakıp başka  şeyler söylemeli. Kendine ve hayata bakar gibi, hem benzer ama yine de farklı. Hikâyeler böyle sürüp gider. Kimi yerde örtüşür kimi yerde farklılaşır. Ama birbirine candan cana kancalı yol alır. İnsan, hayat ve zaman gibi.

 

Safiye Erol’un kabri ile devam eden yolculuğum beni şimdi Raci’nin adımlarını takip ederek başka bir mezarlığa götürüyordu. Makale bir anlamda Raci’de devam ediyor, karakter ve kavramlar onun hikâyesinde yürüyordu.

 

Makalede üç başlık altında Kenan Rıfai, hikâyede ise makaledeki başlıkların altındaki karakterlerde Aynalı Baba vardı. Tıpkı Aynalı Baba’nın üzerindeki aynalarla temsil edildiği gibi hikayedeki karakterlerin hepsi ve makaledekiler yani mistikler, âlimler, âşıklar, hakîmler, ârifler mürşidin kendisiydi. Aynalı Baba da Kenan Rıfai gibi bir insanlık modeliydi, bir idealdi.

 

“Benim bir sürü ismim vardır.Her yerde farklı bir isim ve sıfatla anılırım. Üzerimdeki aynalardan dolayı bana ‘Aynalı Baba’ diyorlar. Ama sen istersen ‘Adem Baba’ de.” (2)

 

Bir anlamda Safiye Erol’un ve Raci’nin (ya da Kenan Rıfâi ve Filibeli Ahmed Hilmi’nin) yol hikâyesini okuyordum. İnsanın beş duyusunun yanında başka yetilerinin de olduğuna tanık olduğunun, olabileceğinin hikâyesini… Kâmilin gidip, o yolu tüketip geri dönmesini ve ardından insanlara hizmet etmenin artık yaşamının bir parçası hâline gelişinin hikâyesini…

 

Bu arada Şehbenderzâde Ahmed Hilmi de Kenan Rıfâi gibi Filibe’de doğmuştur. Orada başladığı öğrenimine İstanbul’da devam etmiş, o zamanki adıyla Galatasaray Mekteb-i Sultânî’sini bitirmiştir. Yaşadıkları zaman aralığı, sosyokültürel ortamları, eğitimleri, ve tasavvufa yönelmeleri… Aralarındaki benzerlikler hoş birer ayrıntı oldu benim için.

***

“Hocam Kenan Rıfaî… mistik adam, sırrı görmüş, sırrı yaşamış, sırra katılmış adam. Sırrı beşer planına çıkarmış, hikmete çevirmiş, cemiyete zerk etmiş insan… hakîm adam. Bütün yaptıklarını din-i mübin dairesinde yapan büyük İslâm şeyhi, halkı irşâd eden terbiyeci, yani mürşid; yolunun icaplarına, cemiyet bünyesine, insan ruhuna tam bir vukufla âgâh olan mürşid-i âgâh.” (3)

 

Safiye Erol Kenan Rifai’yi anlatırken kendi sentezini içinden gelen ışıkla ortaya koyuyordu. Buna, yine kendinde ve kendi toplumunun geleneğinde gördüğü İrfan yeteneğine duyduğu ümidi de eklemeli! Bence, insanda ve toplumda gördüğü eksiklikleri de insiyakî bir temâyülle pozitife çevirme arzusu ve insanın da, toplumun da o ilâhi ışıktan yoksun olmadığını, uzaklaştığını ama bunun uyandırılabileceğine dair bir umudu yansıtıyordu.

 

  1. asırda yaşayan insanların dertlerinin, yönelişlerinin benzediği gibi Raci’nin ve Safiye Erol’un arayışları da birbirine benziyordu. Bütün insanlarda ve her zaman olabileceği gibi… Geleneksel dinî söylemlerin de onlara yeterli gelmediği açıktı.

 

Raci, her zaman önünden geçtiği mezarlığa ani bir kararla girer ve Aynalı Baba ile karşılaşır. Safiye Erol da mürşidine tek başına gitmeyi göze almıştı. İkisi de kendi yöneliş ve iradeleri ile gittiler, aynı misafirperverlik ve ikram ile karşılandılar. O anda anlaşıldıklarını ve anlaşabileceklerini hissettiler.

 

Mürşidi bir gün Safiye Erol’a, “İnsan benimsediği düsturları unutmamalı, hoş unutsa da günün birinde mihnet ve elemle hatırlayıp tazelemeye mahkumdur. Düsturların senin hayat ve ebediyet mayandır, onları sıkı tut.” (4) demiş. Bunu tekrar gördüğümde yine Kenan Rıfaî’nin Safiye Erol’a, “Sen hiçbir zaman yalnız değilsin. Ben daima seninle beraberdim bundan sonra da beraberim.” (5) dediğini de hatırladım. Hikayenin sonunda da Raci uyandığında Aynalı Baba yanında değildir. Oysa Aynalı hep yanındaydı ve artık ondadır.

 

Kâmil mürşid, önce insan olması sebebiyle hemcinslerindeki bütün özelliklere; vücut âlemindeki tecellilere, güdülere, yetilere… ilâhi kuvvelere sahiptir. Bütün insanlarda olduğu gibi, onlar potansiyel olarak yaradılışında mevcuttur. (“Ben daima seninleydim.” Bütün bunlar sende de var, diyor. Ezelden benzerdik, beraberdik.)

 

Sonrasında kâmil kişi yeteneklerini ilmi ile bilmiş, onları iradesi ile harekete geçirmiş, yaşamında tatbik etmiştir. Bir anlamda kendini yeniden vâr etmiştir. (Safiye Erol’un deyimiyle “muzaffer gaziler”. (6)) Yaratılmış her şeyle bir ve bütündür artık. “Sen hiçbir zaman yalnız değilsin. Ben daima seninle beraberdim bundan sonra da beraberim.” sözleri bu şuurla söylenmiştir. Onun içindir ki, Tevhid şuuru ile söylenmiş o cümlelerdeki şefkat ve merhameti bugün, şu anda bile hissederiz. Çünkü o şuur tüm zamanları ve mekanları toplar şimdi ve buraya getirir.

 

İster Kâmil’in tasarrufuna yoralım ister müridin mürşidini hazmetmiş sindirmiş olmasına. Hatta kendi kendine sorularına mürşidinin kendindeki prototipi ile kendi cevap veriyor diyelim. Veya onda fenâ olmuşluğuna, yahut ezelden ruhların birlikteliğine… Sonuçta mürşit müridin hamuruna o ebediyet mayasından katar, kendini yeniden yoğurup pişirmesini sağlar. Fakat bunun da bir şartı vardır. Müridin kendi iradesi ile talep etmesi, kendi gayreti ile yürümesi… Şarttır! Herkes kendi başına bir kendi, eşsiz, benzersiz ve tek… Tıpkı onu yaratan gibi… Ve kişi yaratıcısını sadece o kendindeki teklikte bulur. Çünkü birliğin içindeki birdir insan. Biricik ve tek. Kendi içinde uzanan yolda teke tek bir yolculuk! Bir’den Bir’edir bütün hikâye…

 

Duyduğu ses yine ummânın sesiydi. Oysa ummân da oydu, muhatap da o.

Bu ses neyin sesiydi o vakit?

Hepsi içindeki ummânın yakınlığında mı gizliydi!?..

 

Kâmillerin terbiye metotlarına gelince; adalet, empati, merhamet, şefkat ve muhabbetle giden bir psikolojik terapi süreci görülür. Mürşid talibin içindeki hakikat arzusunu tahrik eder, gizli enerjisini tetikler. Bu sırada bilinçaltında saklanan bütün marazlar, korkular, beklentiler su yüzüne çıkar. Onlarla yüzleşilir.

 

“Gözlerimi açtım. Aynalı Baba’nın hüzün dolu gözleri üzerime çevriliydi. Çocukların, gördükleri rüyayı hemen söylemesi gibi: ‘Hepsi secde etti,’ dedim. ‘Evet!..Yalnız nefsindeki gurur, yani şeytan hariç!’ dedi Aynalı Baba.” (7)

 

İşte, mezarlıkta Aynalı ile buluşan Raci’nin, ney sesi ile kendinden geçip rüya âlemine dalması, içindeki özelliklerini aynalardan rüya ile seyretmesi böylesi bir iç yolculuktur. Ve rüyalarında gördüğü karakterler hem Aynalı Baba’dır hem de Raci’nin kendisidir. İçine yaptığı yolculuktaki tefekkür malzemelerini önceden bildiği, öğrendiği, onların bilincinden ve bilinçaltından geldiği açıktır. Soruları ve bulacağı cevaplar da o semboller eşliğinde olacaktır. Tıpkı Safiye Erol’un yolculuğunda olduğu gibi, makalede bahsettiği her şeyi tek tek önceden bildiği açıktır. Ama artık hepsini şimdiki pırıl pırıl şuuru, daha da derinleşen hissiyatı ile yeniden izah edebilecek tevhid noktasındadır.

 

Hepsi içindeki ummânın yakınlığında mı gizliydi?

 

“Efendimiz, sözün mecrasını birdenbire değiştirerek bana duvardaki kendi iki üç yaşlarında çocukluk resmini gösterir ve derdi ki, “Bak bunu görüyor musun? Ben bu çocuğu çok seviyorum, çünkü annesi de onu çok seviyordu.” (8)

 

Çocukluğundaki bir travmatik kırılmadan sonraki hayatında hep aynı kırılmayı tekrar eden bir kadın… Putu kırılmış, ama onun yerine hakikisini koyacak yaşta değildir henüz. Daha sonraki hayatında da başka putları kırılanın yerine geçirmiş, onlar da kırıldıkça ruhu hırpalanmış, hepsi birer kâbus olmuştur. Her seferinde çocuksu bir isyanla ilk mabudunu aramıştır. Oysa hepsi ezeldeki ilâhî manadır, yani O’nun yerine geçen birer mecazdırlar. Fakat belki de o mânânın ilk tecrübesi bebeklikteki anne şefkatidir. Yani bütün ihtiyaçların tabiat yasalarına göre giderildiği, karşılıksız bir şefkatin olduğu, bilincin oluşmadığı cennet! Alacak verecek hesabının olmadığı ve tüm yavrulara bahşedilmiş dönem. “Annesi onu seviyordu.” cümlesinde o döneme atıf vardır. Kenan Rıfai talebesindeki çocuksu küskünlüğü görmüş, çocukluktaki bu negatif yönelişi doğru kanala çevirmişti.

 

Çocukluk dönemi psikolojik tedavide önemli bir yer tutar ve çocukluğa dönüş, bir arınma metodu olabilir. O zamanlar çocuğa tembihlenen, yahut kendi gördüğü, belki de yanlış örneklerden edindiği kaideler… Mesele o ilk anlam yuvasına dönüp, tekrar gözden geçirerek, insanı tökezleten şeylerin o çocukluk dogmalarından kaynaklandığını görmek, bunların farkına vararak âdil ve merhametli bir vicdan ile yargılayıp yerine koymak olsa gerek.

 

Aynaya bakmalı insan! Aynada gördükleri ile içine çekilmeli, ne olduğunu, içinde neler taşıdığını görmeli, kendisiyle yüzleşmeli. Kendisiyle yüzleşemeyen insan, dışarıda gördüklerini, duyduklarını taklit ederek, kendine dokunamadan, kendi varlığına tanıklık edemeden, zanlarının esaretinde gelir gider bu dünyadan. Arınmadan, dirilmeden…

 

Safiye Erol’a “Sen kendini affet.” (9) sözü de böyle bir psikolojik terapidir aslında. Ayrıca pişmanlıklar patolojiktir, affedebildiği zaman insanın duyarlılıkları da artar.  “Kendini affet!” ihtârından sonra Safiye Erol dünyanın bir fenâ mülkü olduğunu anladı, sarsıldı. Ona yüklediği anlamların zanlardan ibaret olduğunu da anladı. Sonra bunlardan da sıyrıldığında bir yokluğun içine girdi.

 

İnsanlar, hayatlarında yer almış insanların özlerini değil, kendi fikrî temayüllerine göre sathî bir şeylerini, bir andaki sözlerini, bir andaki duruşlarını beğenerek-beğenmeyerek daha doğru deyişle seçerek alırlar, kafalarına doldururlar. Fakat bir zaman sonra bunlar kokuşur ve donarlar. Öze ait bir karşılaşma olmadığından zan dünyasındaki hayaletlerdir artık onlar. İşte Safiye Erol’un da böylesi zanlarından kurtulup kendi anlamına ulaşması, mutlak sandığı benliğinden geçmesi gerekiyordu.

 

Hepsi içindeki ummânın yakınlığında mı gizliydi!?..

 

Kendisi artık son merhaleye geldiğini söylüyor. Mürşidinin onu o şizoid-donuk durumdan çıkması için yaptığı ihtardı kendine getiren. “Erol! Seni nevmid olmaktan men ederim!” (10) sözleriydi. Çünkü önce zanlarından, bildiklerinden kurtulması, ama kendini sağlam bir temel olarak değerlendirmesi gerekiyordu. Kesrette kaybolmaması, yokluğa düşmemesi lâzımdı. Kendine inan ve ümit et demiş oluyordu mürşidi ona. Orta yolda ol! Nizâmın dışına çıkma!

 

Çünkü gaye yok olmak değildi. Benliğini yok ederken bir taraftan hakikatine itiraz etmeden (ölçü-edep) kendini vâr etmek, vâr ettiklerini harekete geçirmek ve varlığın hizmetine sokmak, böylece hayatın kemâline doğru yol almaktı. Bizim temel arayışımız hiçlik değil, hiçlik dediğimiz şeyden sonraki irfandı, muhabbetti.

Bir hayatın içinde olmamız bir realitedir. Her şeyi ve kendini bilme tecrübesi de o hayatın içinde gerçekleşir. Bir cümbüşün içinde!

Bizim ontolojimizde hayat, Tanrı’dan yani Hak’tan ibaret olduğu için, O’nun gibi sürekli bir tecellî ve kendinden doğuş hâlindedir, diridir. Dolayısı ile O’nun nizâmına aykırı bir tavır ondan uzaklaşmaktır. Kendini bilmenin yollarından biri de varoluşun temelindeki “yaratma” bilincinin idrâkidir.

“Tecellîden nasîp irdi kimine / Kiminün maksûdı bundan içerû” -Yûnus-

Eskiden atalarımız, çocuk belli bir yaşa geldikten sonra ona başardığı şeyi hatırlatan bir isim koyarlarmış. Türklerde isim koyma, çocuktaki sıfatları harekete geçirmenin sonucunda yapılan bir ritüel gibi adetâ; Türklerin, ontolojilerindeki varlığı algılama ve onun içinde yer alma bilinci ile, doğdukları günden itibaren sanki bir seyr-i sülûk şuuru ile yaşadıklarını düşündürüyor. Kendindeki yetenekleri keşfedip, onları hayata geçiren çocuk, ismindeki anlamı hak etmiş, bir şekilde kendini vâr etmeye-yaratmaya adım atmış oluyordu.

Hintli aziz ile Garblı kâşifi karşılaştırır Safiye Erol. Sonuç olarak Batı, eşyanın yüzeyinde kalmış, böylece maddeye yönelmiş, yaşama giydirdiği kavramlarla onu anlayan, parçalayan bir anlayıştadır. Doğu mistisizmi ise eşyanın bâtınına doğrudur; öğretisinde dış yaşamdan ayrılıp, bazı yöntemlerle vücudun maddi tarafını zayıflatmak ve zihni devreden çıkartmak, böylece ruhu güçlendirmek gibi bir metot tatbik eder.

 

“Kahkahalarla uyandım. Karşımda Aynalı’nın güleç yüzünü gördüm.

-Bu kâmil kişilerin mukayesesine ve bu âlimlerin fikirlerinin tazeliğine ne diyorsun? İşte eşyanın hakikatine nispetle, insanların ilmi, Tantan’ın keşfine benzer. Bu, kıyamete kadar da böyle olacaktır. Çünkü insanların gözü, hakikati görme noktasında arpacık soğanına benzer, dedi.” (11)

 

“-Ruhu hâlâ anlamadın mı?

-Hayır, anlamadım. Lütfedip anlatırsanız…

-Anlatmak! Anlatmak mı? Görmedin mi ki?

-Evet, gördüm. Fakat bir şey anlamadım. Bir şeyi görmek onu anlamak için yetmiyor.

-Ya?

– Olmak lâzım.” (12)

 

Sonuç olarak ister teslis inançlı ve pozitivist bakışlı olsun, ister vahdet-i vücud gibi görünen Doğu mistisizmi olsun, ikisi de tamam değil, yarımdır. İkiye ayırdıkları bütünün, her biri bir parçasını tercih etmiş gibi görünür. Sınıflı toplumlar oldukları için mi böyledir acaba? Belki katmanlara ayrılmış sosyal hayatın içinde teşekkül eden katmanlı zihinler başka türlüsünü beceremiyordur. Belki onun için kutsal metinleri dahi dönüştürüp, insan ruhuna değil sosyal hayatlarının menfaatine uygun hale getirmekten ve inanç dünyalarında da ruhban sınıfı yaratmaktan başka çareleri yoktur.

 

Son sayfalarda İslam, tasavvuf ve tarikat hakkındaki görüşlerini kaleme alan Safiye Erol, makalesini Abdal Musa müritlerinden Derdimend Hüsnü’nün dizeleri ile bitiriyor:

 

Kudret’ten başında elîf’î tâcı

Eşiğin bekleyen gürûh-ı nâci

Maşrıktan mağrıba oynar kılıcı

Kılıcı oynatan câna aşk olsun (13)

 

“Ben yalnızca ney değil, saz çalmasını da bilirim. Aslında bütün çalgıları çalmasını bilirim. (Bütün inançları, karakterleri tanırım, bilirim, kendimde tecrübe ederek oralardan geçtim.) Bugün sana biraz saz çalayım.

Kulübesine girip bir saz getirdi. Kalenderâne bir taksimden sonra okumaya başladı:

 

Zahid bize ta’n eyleme

Hak ismi okur dilimiz

Sakın efsane söyleme

Hazrete gider yolumuz.

 

Erenlerin çoktur yolu

Cümlesine dedik beli

Ko desinler bize deli

Usludan yeğdir delimiz

 

Muhyi sana da ola himmet

Âşık isen canan minet

Elif Allah, mim Muhammed

Kisvemizdedir dâllımız.” (14)

 

Makalede olduğu gibi hikayede de sonunda bir halk ozanı dile gelir ve saz eşliğinde bir deyiş okumaya başlar.

 

Saz Türklerin Horasan’dan getirdikleri bir müzik aleti değil miydi? Ve Aynalı Baba bütün çalgıları çalabildiği halde, ayrılacakları gün Raci’yi neden saz çalarak uyutmuştu? Daha doğru bir ifade ile, neden muhabbete ve ruhtaki potansiyeli açığa çıkarmaya vesile olan sazımızla Raci’yi uyandırıyordu? Ve neden Safiye Erol makalesini Abdal Musa müritlerinden Derdimend Hüsnü’nün dizeleri ile bitiriyordu?

 

Yazarlar özellikle son sayfalarda, sanki insiyâki bir yöneliş ile, ama şuurlarını uyandırarak ve kelimeleri gönüllerinden koparıp çıkarır gibi yazılarını tamamlıyorlar; isim verip tanımlamasalar da,  millî bekâ sırrımız olan “Türk Müslümanlığı”na (15) ve Türk tasavvuf anlayışına gönderme yapıyorlar, hatta tam da oradan sesleniyorlardı. Bunu fark ettiğimde sevinçle, “Çok şükür!” dedim. Türk insanı temelinde kendi varlık anlayışının olduğu inanma biçimini, unutuldu zannedilen hasletlerini bulup çıkarıyor, sürdürdüğü anlamlandırma yolculuğunda kendi içindeki sâfiyete daldıkça, geleneğinden neşet eden bir fark edişle köklerindeki hikmet anlayışına kendiliğinden yönelerek anlam dünyasını yeniden inşa edebiliyordu. Kendi ontolojisi onu yanıltmıyordu.

 

“Yolları Ne var ise hep sana âşık

Her birisi bir yol ile gülzara gelirler” -Niyazi Mısrî- (16)

 

Hal böyle olunca, Niyazi Mısri’nin şiirindeki gül bahçesi Anadolu’nun orta yeri oldu  hayalimde. Bir çok medeniyetin beşiği, bütün kültürlerin geçiş yolu, Horasan’dan yola çıkmış, sohbet ve nazarlarıyla insanı besleyen, maddede ve hiçlikte bırakmayacak Tevhid anlayışlı Yesevî dervişlerinin, atalarımızın yurt tuttuğu Anadolu!

“Osmanlı İmparatorluğu dağıldı, fakat Türkiye Cumhuriyeti ve Türk an’anesi bâkidir. Devlet lâik oldu, fakat İslâmiyet altıncı hissin bile erişemeyeceği sır ve ihtişamiyle vicdanlar tahtındadır.Tarikatlar tasfiyeye uğradı; fakat tasavvuf, çağdaş üsluplardan geçerek Türk fikir ve san’at hayatını feyizlendirecektir.” (17)

 

A’mâk-ı Hayal’in sonunda Anadolu’nun orta yerindeki gül bahçesinde bir toy kuruluyordu. Aynalı Baba hikâyenin başından beri yaptığı gibi yine dondan dona geçip, “bildiğini” okuyor, bilgelerin ağzından, onların meşreplerini ârifâne konuşturuyordu.

“Süleymân kuş dili bilür didiler / Süleymân var Süleymân’dan içerû” -Yûnus-

Fakat bir zaman sonra GELEN, meclisteki bütün inançları toplayacak, tevhide getirecek, evrensel bir yorumla beşeriyetin derdine çâre olacak olan, hepsinin de üzerinde bir idrâkti. Beklenendi! Böylece Aynalı Baba Raci’yi almış, bütün anlayışlardan ve kendinden yani mürşitten de geçirerek Resulullâh’a götürmüştü.

“Şeriât tarikat yoldur varana / Hakikât mârifet andan içerû” -Yûnus-

Seyr-i sülûkta mürşit, insaniyetin bütün ideal karakterlerinin timsâlidir. Sâlik de ayna haline gelen gönlü ile kendindeki potansiyeli harekete geçirir, iki canla başlayan beraberlik tüm ruhlarla vuslata dönüşür, böylece tüm varlığı ve Rabbini temaşa edebilir. İşte bu en zirve lezzete tâlip olan için kendini varlığın hizmetine adamaktan başka yol yoktur.

Sözün sonunu yine Anadolu irfânı ile getirelim:

“…

Seyr-i billahtır seyr-i billahtır

Lima Allah’tır fenâ fillahtır

Ayinesinde ayinesinde

Gerd-i sivâyı buldu bu gönlüm

 

El fakrü fahri el fakrü fahri

Demedi mi ol âlemler fahri

Fakrını zikrin fakrını zikrin

Mahv-u fenâda buldu bu gönlüm

 

Bayramı imdi Bayramı imdi

Bayram edersin yâr ile şimdi

Hamd-ü senâlar hamd-ü senâlar

Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm” -Hacı Bayrâm-ı Velî-

                                                        

 

 

  • A’mâk-ı Hayal, s.20
  • A’mâk-ı Hayal, s.19
  • Ken’an Rıfâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s.266
  • Ken’an Rıfâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s.239
  • Ken’an Rıfâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s.225
  • Ken’an Rıfâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s.209
  • A’mâk-ı Hayal, s.53
  • Ken’an Rıfâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s.240
  • Ken’an Rıfâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s.223
  • Ken’an Rıfâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s.223
  • A’mâk-ı Hayal, s.60
  • A’mâk-ı Hayal, s.90
  • Ken’an Rıfâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s.223
  • A’mâk-ı Hayal, s.93
  • Sait Başer, “Türk Müslümanlığı”, İnsan Bilimleri Yeni Harran Çevresi, sayı:3 Ağustos 1993, s.20-37

Sait Başer, “Türk Müslümanlığı” adıyla, Kutadgu Bilig’de Kut ve Töreden Sevgi Toplumuna, Seyran Kitap, İstanbul, 1995, s.222-236

  • A’mâk-ı Hayal, s.93
  • Ken’an Rıfâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s.266

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.