Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi’nde kendisinin 25 Mart 1611 tarihinde, İstanbul Unkapanı Sağrıcılar Cami yakınında ailesinden yadigâr kalan evlerinde doğduğunu söyleyen, soyunu Fatih Sultan Mehmet’in sancaktarı Yavuz Er’e hatta Hoca Ahmet Yesevî’ye dayandıran müzisyen Evliyâ Çelebi…
Bugün içinde bulunduğumuz 2022 yılında 411. doğum yılını kutladığımız ve en iyi bildiğimiz özelliğiyle seyyahlığıyla, gezginliğiyle hafızalarımıza kazınan, cirit oynayan, hazır cevap, devlet adamı, hattat, hakkak Evliyâ Çelebi, doğduğu şehirden başlayarak tam elli bir yıl boyunca dünyanın bir ucundan diğer bir ucuna gerek atının üstünde gerek yaya olarak seyahat etti. Elli bir yıl boyunca yedi bin altmış kale, iki yüz elli yedi şehir ve idrak ettiği padişahların dönemlerinde yirmi iki savaş gördü.
Evliyâ Çelebi’yi bu seyahatlere sevk eden, hayatının akışını değiştiren ilk hadise 1635 yılının Kadir Gecesi’nde yaşandı. Evliyâ’nın yolculuğu Topkapı Sarayı’nda birçok eserde imzası bulunan, babası saray kuyumcubaşısı olan Derviş Mehmet Zilli’nin teşvik etmesiyle birlikte, Ayasofya Cami Müezzinler Mahfili’nde Hatm-i Şerif okurken bu bülbül sesi duyan Padişah Sultan 4. Murat’ın kendisini Hünkâr Mahfili’ne davet etmesiyle başladı. Yine Çelebi’nin anlatımıyla Sultan 4. Murat onun musahibi olmasını istediği için kendisini Enderun’da eğitime aldırdı ve devlet adamı olarak yetişmesini sağladı.
Bu olaydan sonra yaşanan ve Evliyâ’nın kaderini değiştiren ikinci hadise hepimizi etkileyen ve inceden gülümseten kutlu rüyası oldu. Rüyasında Hz. Peygamber efendimizden şefaat dilemek isterken “Seyahat ya Resulallah!” deyivermesiyle, Kasımpaşa Mevlevîhânesi Şeyhi Abdullah Dede’ye rüyasını yorumlattığında ilk önce İstanbul’u yazmasını öğütlemesiyle birlikte doğduğu şehrin özelliklerini not tutmaya başladı. Akabinde Sultan 4. Murat’ın Bağdat Seferi öncesinde topladığı âlimler meclisinde İstanbul’un tüm özelliklerinin yazılmasını ferman buyurmasıyla ve Bağdat Seferi alayında görev alan tanıdığı veya tanımadığı meslektaşı olan sazendeleri, hanendeleri, sazları, saz yapımcılarını ve mucitlerini teker teker kağıda dökmesiyle Evliyâ Çelebi’nin Kayıp Sazları’nın hikayesi tam da o gün orda başladı.
Seyahatnâmesi’nin 44. Bölümü olan “Mutrıblar Sitayişnâmesi” adını verdiği sazendelere övgülere dair yazdığı kısımda doksan dört üstat müzisyenden, sazlardan, İstanbul’da yaşayan, esnaf olan veya olmayan toplam on bir bin altı yüz elli sekiz müzisyen ile ellerindeki sazların özelliklerinden bahsetti. Bu sazlardan bahsederken dönemin şerefli ilmi sayılan mûsıkî ilmine vakıf olan âlimlerin kitaplarından da faydalandı. Geçmiş yüzyıllarda yaşamış olan sazendeler ve sazlarından bahseden bugün kayıp eserler arasında yer alan Nihanî Çelebi’nin “Saznâme” adlı eseri Evliyâ Çelebi’nin de istifade ettiği eserlerden sadece biriydi.
Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi’nde Bağdat Alayı’nda en az icra edilen ud sazından, sünderden, Şehabi zurnadan, Macar düdüğünden, fil hortumu şeklinde imâl edilen, çengî takımlarının çaldıkları çenglerden bahsetti. Beş bin iki yüz otuz iki sazende arasında en çok icra edilen sazlar arasında yer alan tamburaları, çeşteleri, Akşemseddin Hazretleri’nin torunu Şemsi Çelebi icadı yonkarları, mûsikî âlimi Farabî’nin icadı saydığı rebapları, hanende ve dervişlerin usul tuttuğu daire sazını, âşıkların ve cariyelerin çöğürünü, çalıcı mehterin çaldığı cura zurnaları, çobanların kavallarını, dervişlerin yanlarından ayırmadıkları derviş borularını, çömlekten yapılan dümbelekleri de anmadan, yazmadan geçemedi.
Evliyâ Çelebi’nin gözünün önünden geçen Bağdat Seferi Alayı’nda gözlemlediği her sazın ve sazendenin adeta yazılı fotoğrafını çekmesine rağmen, Seyahatnâmesi’nde hiçbir tarihi görsele, minyatüre, çarşı resmine yer vermemişti. Bu tarihî görseller son yüzyıldır yapılan araştırmalarla ve bugün tam dört yüz on yıl sonra doğum yılında yurt içi ve yurt dışında, dünyanın çeşitli ülkelerindeki kütüphane ve koleksiyonlarda bulunarak gün yüzüne çıkmaya başladı. Evliyâ Çelebi’nin gerçek mi yoksa rüyadan mı yola çıktığını anlayamadığımız halk ansiklopedisi niteliğindeki eseri olan Seyahatnâmesi’nde andığı, yitik kültür ve müzik hazinemiz olan Evliyâ Çelebi’nin Kayıp Sazları’nın bir kısmı, bu sazların ataları bugün Türk coğrafyalarında, dünyanın çeşitli bölgelerinde ve müzelerde hâlen yaşıyor, nefes alıyor, çalınıyor ve söyleniyor. Ve kadim kültürümüzün zenginliğine ait olmasına rağmen, bazen hiç adını bile bilmediğimiz Evliyâ Çelebi’nin Kayıp Sazları’nın hikayesi hiç durmadan devam ediyor. Bu yüzyılda, teknoloji çağında müzik kültürümüz mü, sazlarımız mı, sözlerimiz mi yoksa hayat gailesiyle masal kahramanları gibi koşturan, yaratılmışların en kıymetlisi addedilen bizler mi bu hayat rüyasında kayıp olduk? Yoksa kendimizi ve kültürümüzü yeniden mi bulduk? Hiç bilinmez.
O hâlde hayatımızdan geçen nağmelerin, ezgilerin, kulağımızdaki derin izlerin, kalbimizin rotasında kendi kültürümüze ait seslerin yankılarını bulmaya, birbirinden değerli kutup saydığımız sazende ve hanendelerin, üstatlar meclisinin sazlarıyla, Evliyâ Çelebi’nin Kayıp Sazları’nı keşfetmeye ve bu yazıyı göz ucuyla okuduğumuzda bile gözlerimizi kapatarak eski bir hayale dalıp, eski ama yeni bir dünyaya adım atmaya ve zaman yolculuğunda seyahat etmeye ilk önce bizler hazır mıyız?