Ararken Kaybetmek

Bir duygu, bir düşünce. Öyle basit değil, hafif değil; olabildiğince karmaşık, olabildiğince yoğun. Güçlü bir yaz mevsiminde ırmak kenarındaki heybetli söğüt ağacının serin gölgesinde bile teskin olmayan bir duygu ve/veya düşüncenin etkisindeydi. Halbuki kediler, köpekler, serçeler, güvercinler, kumrular hatta muhtemelen ırmaktaki balıklar dahil herkes halinden memnundu. Ve elbette insanlar; pek tadım yok, deyip aralarından ayrıldığı insan kardeşleri. Aslında biraz kapılsa sevdiği birçok şeyin bir arada bulunduğu bu yerde belki o da memnun olabilirdi fakat felsefenin bazen dediği gibi: Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz.   

Duygu ve düşünce, diye düşündü; bunlar gerçekten iki ayrı şey olabilir mi? En azından belli bir tecrübenin ardından bunlar birleşebilir mi? Belki bir aşamadan sonra üstün bir fark edişle beraber inkişaf eden bir tür bilinç halidir mesela? Hatta bu bilincin ulaşılması gereken/beklenen (Kim bekliyor?) bir ideal olması, çok mu uzak bir ihtimal? Belki de vakıanın ta kendisi! 

Kalktı. O duygu ve/veya düşünce ile. İçinde sabit bir gündem biçimindeydi. Özlemek oluyor, kızgınlık oluyor, anlayış oluyor, sitem oluyor, hoşgörü oluyor, kırgınlık oluyor; oluyor da oluyor. Her an bin bir surette görünüyor ama hiç değişmiyor. Ne güzel bir çelişki. Yoğun ve ağır bir kurşun, cıva gibi yenilmiş ve şikayetsiz, kabullenmiş bir biçimde nereye gitse onu da yanında götürüyordu. Gönlünde uslu uslu yanıp duran bir şey; varlığını bir an olsun unutturmayan, asla gafil olmadığı bir şey. 

Yürüdü. Mısralar birikmeye başladı; birkaç kelime aradı, bazılarının yerini değiştirdi, ilhamını kurcaladı; devamını getiremedi.

Kaç mevsim tükettim beklerken seni 

Saçlarımda nice kışın karı var

Kırıp soldurduğun nazlı güllerin

Yaprağında kaç bülbülün zârı var

Haber beklemenin zorluğunu da yaşıyordu. Haber. Gelse bile nasıl bir haber olacağını bilmiyordu. İyi ve kötü haber yoktur, sadece haber vardır; senin ona yüklediğin anlam vardır. Gerçekten böyle midir? Böyle ise bile böyle olabilmesi için bir insanın ne kadar yıkım, ne kadar hüsran yaşaması gerekir? Çok. Hayli çok. Böyle bir halin çetelesi tutulur mu? Haber. Yürüdü. 

Bir taraftan da mısraların devamını arıyordu. İçindeki gelişigüzel harf yığınının arasında yarattığı kelimeleri yan yana anlamlı bir şekilde dizmek için uğraşıyordu. Esaslı bir fırtına kopmuş ve harfler sanki bir daha anlamlı bir bütün oluşturamayacak gibi/kadar dağılmıştı. Yine de yığının arasında umudunu ve gücünü kaybetmeden arıyordu. Halbuki kelimeler çoktan ölmüştü. İçinde bir yerlerde ceset halinde kokuyor, çürüyor; çürüyor, kokuyordu ama asla kaybolmuyordu. Çünkü insanın içi toprak değildi, bedeni toprak tabiatlıydı; o kadar. 

“Bin belâya âşinâ olmuştu Gâlib cân u dil 

Rûhlar Bezm-i Belâ’ya olmadan mahrem henüz”

Belki de Leskofçalı ile aynı durumdayız, dedi. Yürüdü. İçinde işlemeye devam eden duygu ve/veya düşüncenin tesirini hafifletmek için dikkatini etrafa vermeyi düşündü. Mağaza vitrinleri, otomobiller, olsun diye dikilmiş cılız ve tozlu ağaçlar, tufandan bir şekilde sağ çıkmayı başarmış kudretli ağaçlar… Zamanımızda öyle farklı olaylara, durumlara şahit oluyoruz ki ilgimizi çekecek ya da bizi şaşırtacak bir şeyler görmek, duymak çok zor. Halbuki hayret ne kadar yüksek bir değerdir. Çağımız onu da elimizden almış olsa gerek. Daha dün bilimkurgu eserlerinin konusu olabilecek hayaller, bugün önemini peş peşe kaybeden ve normalleşen sıradanlıklara dönüşüyor. Halbuki şu ağacın serencamı, şu otomobilin hareketi, vitrinde arz-ı endam eden şu elbisenin macerası… arkasında ve önünde rengarenk ilginçlikler barındırıyor olmalı. Etrafında olup bitenler, acemi ve hırslı bir ressamın elinden çıkmış gibi görünüyordu. Nargile kahvehanesine dönüşmüş yüzlerce yıllık medreselerde nargile kömürü deposu olarak kullanılan hazireler, bu acemiliğin ve hırsın bir yansımasıydı mesela. Çöplük olarak kullanılan asırlık çeşmelerin tekneleri, büfeye evrilen sebiller hatta türbeler, ekleye çıkara ucubeye dönüştürülmüş tarihî binalar… Ve elbette bu tablonun kazanan tarafında yer almak isteyen yeni acemi ve hırslı ressamlar… Bir süre hayıflandı hatta yer yer kızdı fakat böyle de olsa içindeki gündem tamamen değişmedi. Bunları düşünürken o duygu ve/veya düşünce, varlığını hissettirmeye devam ediyordu. Susturulamayan bir vicdan gibi kendisi dışındaki her şeyin önemini siliyordu. Düşünceleri dağıldı. Yürüdü.  

Ya da o duygu ve/veya düşüncenin tesirini hafifletmeye gücü yetebilecek kadar kudretli bir hayret kaynağı bulamadı. Tam önünde güçlükle bir otomobil durdu. Korna, fren, tekerlek sesleri ve tanımadığı birçok ses, şoförün öfkesine karıştı. Bir anlığına gündem değişti ama çok uzun sürmedi. Umursamaz gözlerle şoföre baktı. Şoföre değil, olaya baktı. Başka zaman olsa aynı, belki daha yüksek bir öfkeyle karşılık verirdi. Kendini yokladı. Bir şey hissetmiyordu. Umurunda değildi. Hiç. Üstünde durmadı. Yürüdü. Karşıya geçti. 

Tufandan bir şekilde sağ çıkmayı başarmış kudretli bir çınar ağacının gölgesine sığındı. Beklediği haberi düşündü; nasıl bir haberle memnun, mesrur hissedeceğini. İhtimalleri sıraladı. Bunlar ihtimallerden çok birer mâlihulyâ sayılabilirdi. Kalbi, bir çift çirkin ve biçimsiz elin arasında sıkışıyor gibiydi.  Harf yığınını bir daha karıştırmaya karar verdi. Karıştırdı; aradı, aradı. Çirkin ve biçimsiz el, kalbini biraz daha sıkıştırdı. Derin bir nefes almaya çalıştı. Belli belirsiz öksürdü. Tekrar derin bir nefes almaya çalıştı. 

A sultânım sana mâruzâtım var 

Yüreciğim bir aşılmaz bâr bana 

Çatılmış donanmış koca dünyânın

Yedi iklim dört köşesi dar bana

Devamı gelmedi. Felek ehl-i dilin sanman ki mesrûr olduğun ister,* diye mırıldandı. Kalemini arasına koyup defterini katladı. Kalkacaktı ki uyuşuk ve tembel adımlarından beklenmeyecek bir çeviklikle kedinin biri kucağına atladı. Kedinin gönlünü kırmak istemedi. Bir iki denemeden sonra kedi en rahat pozisyonuna karar verip mırıltılar çıkararak uyumaya başladı. Kedinin de gönlü olur muymuş canım, diye sordu kendi kendine. Olurmuş, dedi çok geçmeden; kedinin de gönlü olurmuş. Olurmuş ve güdülürmüş. Havf ü recâdan hâlî olan ne vardır? Öyleyse sadece kedilerin de değil; kuşların, böceklerin, ağaçların, kalemlerin, binaların, gökyüzünün, ırmakların… her şeyin bir gönlü olur ve güdülür. 

Ya da yıkılır. Olmazsa kırılır. Daha olmazsa incitilir.

Çirkin ve biçimsiz el, kalbini sıkıştırmaya devam etti. Derin bir nefes almaya çalıştı yine. O duygu ve/veya düşünce, etkisini gittikçe artırdı. Ayağının altından yer kaydı. Başı döndü. Gözü karardı. Tutunacak bir şeyler aradı. Bulamadı. Defterini sımsıkı tuttu. Kalbini sıkıştıran çirkin ve biçimsiz el yavaş yavaş çözüldü. İçinden bir şeyler çekildi. Gittikçe büyüyen bir insan çemberinin arasında direnmeyi bıraktı. Çemberin kendisi ve gürültüsü büyüdü, büyüdü, büyüdü. Nihayet kapanan gözleriyle beraber dış dünyâdan kesildi. 

 

*Şeyhülislam Yahyâ

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.