Tatsız bir rüya gördüm. Bölük pörçük olayları birleştirmeye, hikayenin oluş sırasını hatırlayıp sebep-sonuç ilişkilerini çözmeye çalışırken uykum kaçtı. Boşverip tekrar uyumaya çalıştım. Uyumaya çalışmak sonuç vermedi. Olan olmuş, deyip geçilmiyor. Rüyada olup bitenler için bile. Soyut dünyada da denge ve mantık aramaktan geri duramıyor insan; ejderhalarla savaşsa, serçelere tutunup gökyüzünde uçsa, yedi başlı ejderhanın peşine düşse, Meryem’le yarı canlı bir ağacın duldasında mehtabı da izlese… rüyadır, deyip geçemiyor.
Sabaha pek bir şey kalmamış olsa gerek. Kalktım. Kahveyi hazırlarken kapıdan bir ses geldi. Umursamadım. Gecenin -belki de sabahın- bu saatinde kimse kimsenin evine gitmezdi. Ya da gelmezdi. Normalde. Normalde! Gidip kapıyı açtım. Kimse yok. Kahveyi alıp masaya geçtim. Dakikalarca aradıktan sonra okuduğum kitabı gözümün önünde buldum. Kaldığım yeri açtım. Kapıdan aynı ses… Dikkat kesildim. Kapıya tekrar bakmak için kalktım. Daha yoldayken yine aynı ses geldi. Kapıyı açtım. Kimse yok. Sokağa çıktım. Boş. Döndüm. Kahve soğumuş. Kitabı kapatıp bir dahaki sefere arayacağımı tahmin ettiğim bir yerlere kaldırdım. Güvercin ve kumruların pencere önü mücadelesi başladı. Sabah oldu olacak.
Güneş karşı sahilin camlarını bir bir uyandırmaya başladı. Çok geçmeden deniz de güneşe boyandı. Çözüldük iskeleden. Güneş. Deniz. Bata çıka ilerliyoruz. Denizden sonra, yapımı asfaltın icadından yüzlerce yıl önce tamamlanmış taş yollar yürünecek. Mesela Sultan III. Selim Han zamanında mesela bir demirci, neler duyup neler düşünerek çıkıyordu bu yokuşu acaba? Üzgün, mutlu, özlemiş, kavuşmuş, ayrılmış, umursamış, vazgeçmiş, sineye çekmiş, takılıp kalmış, sitem etmiş, aramış, kaybetmiş… sayısız adım. İzleri silinmiş sayısız adım. Tanınmayacak, tanınsa da zamana direnemeyerek unutulacak adımlar… Benim de ihmal etmekten korkarak sürekli yokladığım bir kaygım var. Var, var olmasına da… Herkes gitmiş, ben kalmışım gibi. Göçü kaçırmışım gibi. Yol bilmem, iz bilmem.
…
Yeknesak. Yeknesak. Yeknesak. Ne tuhaf bir kelime. Tekrarladıkça ruhunu varlığa, olaya, duruma katıyor. Yeknesak. Kelimeler anlamlarını hak ederek alıyor olsaydı, ki belki de öyledir, bu kelime tam yerine otururdu. Gittikçe nefessiz bırakan bir çember daralıyor etrafımda. Birine anlatsam kayıtsızlıkla “Eeee, ne olmuş!” der. Meryem demezdi. Masanın üzerindekileri telaşla toplar, gittikçe eli ayağına dolaşır, ellerini çenesinde birleştirip yeknesak’a neden bu kadar takıldığımı anlamaya çalışır, işe yarayanını bulana kadar çözüm arardı. Çözümün işe yarayıp yaramadığını bakışlarıyla arardı. Bulunca da gülümser, gözleri parlar, yüzü aydınlanır; anlatır, anlatır, anlatırdı. Sonra masanın üzerindekileri bir daha düzeltmeye koyulurdu. Bir şey söylemezdi ama ben ellerinin kararsızlığında toplanan o mukaddes karmaşanın arasından sevgisini bilirdim. Asıl anlamı sustuklarını arasına saklardı. Kim bilir şimdi nerdesin?
Yeknesak. Gözüm saate ilişti. Mesai saatini on beş dakika aşmışım. Bu gittikçe daralan yeknesak çemberden nasıl çıkılır? Meryem muhakkak bunu da bilirdi. Acele etmeden hazırlandım. İyi yeknesaklar, deyip çıktığımı cıvıl cıvıl Mahmutpaşa’dan inerken fark ettim. Kaynanalar, eltiler, görümceler, gelinlik kızlar… alanlar ve satanlarla kaostan örülmüş dev bir insan kovanının arasından geçiyorum. Bu devasa kaosun uğultusu arasında belli belirsiz yüzler gözlerimden geçip gidiyor. Yüzü asık gelin adaylarına içim burkuluyor. Pembelisini almasalar da mühim olan mutluluk ve uyum gibi lakırdılarla gönüllerini almak geçiyor içimden. Değil kardeşim; pardesü, eşarp, abiye, yazma, terlik, pijama… lazım değil. Benim şu çarpıntıyı yatıştırmam lazım, bir türlü yatışmayan çarpıntıyı. Ne yapsam da biraz olsun teskin, en azından teselli edebilsem?
Kaosun uğultusundan bunalıp adımlarımı sıklaştırdım. Nereye? Nereye olursa… Şu sokağa sapmakla bu caddeden devam etmek arasında ne fark var? Falan yere çıkmakla filan yere varmak aynı şey. İradem zihnimde değil, ayaklarımda gibi. Meryem olsa buncacık hedefsizliğime bile kızardı. Kendime bir hedef tayin edip adımlarımı daha da sıklaştırdım. Güvercinler için buğday alıp Ahi Çelebi’nin önüne iliştim. Bir, beş, dokuz… güvercin, kumru, karga, serçe… üşüştüler. Yabani kuşları yemlemek insan ruhuna iyi gelir. Tavuklar gibi mesela yumurta vermezler ya da evcil kuşlar gibi yarenlik edemezsiniz. Arada her zaman bir mesafe olur, kimse kimsenin sınırını ihlal etmez. Her an tedirgin, her an tetikte rızıklarını devşirirler. Acil durumda kitle halinde parlayıp uçulabilecek ince çizgi asla aşılmaz. Gönül doygunluğu ve karın tokluğu ile beraber herkes kendi yoluna gider, kimse kimseyi tanımaz.
…
Neden sonra kuşlar gürültüyle parlayıp uçuştu. Döndüm. Elimdeki buğday paketi düştü. Toparlanmaya başlayan kuşlar tekrar parladı. Kalakaldım. Meryem gittikçe buğular arasında kayboldu. Gözlerimi acemice koluma sildim. Meryem biraz daha netleştikten sonra tekrar flulaştı. Nasılsın, dedi. Bilmiyordum. Bilmiyorum, diyemedim. Otur şöyle, dedi. Oturdum. Su verdi. İçtim. Bana kızgın olduğunu biliyorum, dedi. Kızgın değildim. Kırgın bile değildim.
– Ben… Ben nasıl anlatacağımı bilmiyorum. Ben… nasıl söylesem… Ben… Ne çok ben dedim. Tamam. Ben… Ailesini başarılarıyla gururlandırmak dışında bir görevi olmayan… Her zaman başarılı olması gereken… Yani okul ikincisi olsa başarısız sayılan… Şimdi sen… Nasıl söylenir… Şimdi benim başarmam gereken son bir şey… Anlıyor musun?
Evet, diyebildim. Dudaklarını sıkıp gözlerini sildi. Kuşlar tekrar parladı. Kararsız birkaç adım attı. Gitti. Kuşlar tekrar parladı. Kararlılıkla geri döndü. Sert bakışlarını yüzüme dikti.
– Meryem’in ne duyup ne düşündüğü önemsizdir. Meryem ne olursa olsun başarılı olacak. Meryem okulları birincilikle bitirecek, Meryem büyük hedefler koyup hepsine ulaşacak; Meryem başaracak, başaracak ve başaracak. Meryem mutsuz olabilir, Meryem yaşamaktan nefret ediyor olabilir, Meryem bunca yükü çekmek istemiyor olabilir, Meryem yorulmuş hatta bıkmış olabilir… Bunlar ya da daha fazlası, daha farklısı hiç önemli değildir. Meryem başarılı olmalıdır… Meryem’in şimdi başarması gereken son bir şey var ve Meryem’in ne düşündüğü yine önemli değil. Bu da böyle olmalı ve olacak. Beni anlıyor musun?
– Anlıyorum.
Bunlara ben sebep olmuşum gibi öfkeyle son kez bakıp hışımla döndü. Kuşlar tekrar parladı. Gitmedi. Sesi incelmişti. Belki ağlıyordu. Beni anlamalısın, dedi. Gitti. Kaybolana kadar arkasından baktım. Gittikçe flulaşan görüntüsü nihayet kayboldu. Gitti.
…
Hiçbir şey yapmamak zor. Kuşların parlamaması dikkatimi çekti. Hepsi gitmiş. Yürüdüm. Hiçbir şey yapmamak zor. Bütün dünya değişmiş gibi. Şekiller, görüntüler, renkler, sesler… her şey başka. Hiçbir şey yapmamak zor. Evin yolunu bulmakla başlamalı. Kapıda yine aynı ses… Aniden bir çift kumru gözüyle karşılaştım. Hiç olmayacak bir yere yuva yapmış. Eh, hiçbir şey yapmamaktan iyidir. Artık kapıyı daha dikkatli açıp kapamak lazım. Arayacağım yeri doğru tahmin etmişim, kitabı elimle koymuş gibi (ya da olarak) buldum. Alelade bir sayfa açtım.
“Dostum, artık yaramı saracak zaman geldi. Bak, bende ne gönül kaldı ne akıl. Benden yüzünü çevirme, bana darılma, beni ayrılığınla üzme.
Ne yaptın da zindandan kurtuldun? Söyle, söyle de biz de şu mapushanede senin yaptığını yapalım, şu hapisten kurtulalım.” *
* Dîvân-ı Kebîr.