Yolun Ayrımı

Meryem’i bir daha görmedim. Bu cümleyi kurabilmek için on üç yıl beklemem gerekti. Bir sabah uyandım ve on üç yılın ilk günü başladı. Bilmiyordum. Bin bir emekle kurup çattığım dekor değişmiş, perde yıkılmış, sahne viran olmuştu.

Onu aramadım. Nereden başlayacağımı bilmiyordum. Takatsizliğimin asıl kaynağı buydu. Nereden başlayacağını bilmeyen biri başlayabilir miydi? Meryem, yuvarlak bir zaman ve mekan bırakmıştı bana. İçinde ya da dışında olmak neyi değiştirir, çember çemberdir. Başlayacak, tutacak bir yer, bir an bulamamıştım. Hoş, bulsam da neye yarardı. Beni bir daha hiç görmemeyi göze alabilmişti.

Ferman kesindi. Bu yük çekilecekti.

Zamanı ölçemiyordum. İçime işleyen bir… bir galiba hezimet duygusu oldu bu. Gururumla ilgili değildi ya da tamamen gururumun incinmesindendi. Bilmiyordum.

Bu ne zamandır böyleydi?

Meryem kadar cesur değildim ben, Meryem kadar güçlü değildim. Meryem’in olmadığı bir dünyada nasıl yaşanacağını unutalı çok olmuştu. Ondan önceki –eğer varsa- melekelerim, yeteneklerim, karakterim, umduklarım, çekindiklerim… Her şey sisler arasındaydı. Hiçbirini seçemiyordum. Saniye ile yıl arasındaki farkı kaybetmiştim; sevinmekle üzülmek, uzakla yakın, doğru ile yanlış… Her şey sisler altındaydı. Bir adım atacaktım, yer yarılacak ve beni yutacaktı. Endişe gibi başladı, temenni olarak devam etti.

Bu ne zamandır böyleydi?

Böyle sayısız adım attım. Endişem de temennim de gerçekleşmedi. Sadece hatıralar… Sislerin arasında belli belirsiz ortaya çıkan, gittikçe netleşen, acıtan hatıralar…

Meryem’le iskeleye geldiğimizde kapılar kapanmak üzereydi. Sağımızdan solumuzdan insanlar, kapılar kapanmadan önce iskeleden çıkıp vapura yetişmek için koşturuyordu. Biz de adımlarımızı çabuklaştırdık. Çıkışa yaklaşmıştık ki Meryem koluma girdi. Yavaşladık. Çok yavaşladık. Az önümüzde koltuk değnekli biri vapura yetişmeye çalışıyordu. Meryem kolumu hafifçe sıktı, ahşap sıralardan birine oturduk.

Bu Meryem, beni Meryemsiz bırakmayı göze alabilmişti.

Pırıl pırıl bir sabah. Hiçbir amacım yok. Yürüyorum. Bugün pazar. Pazar ama mesela çarşamba olsaydı da fark etmeyecekti. Perşembe, salı… Saat şunu bu geçiyor… Ne kadar süredir bir şey yemiyorum? Bir ay, bir dakika? Fark edemiyorum.

Kahvaltı için bir yer aramaya koyuldum. Adımlarımın bir amaca yönelik olması bana iyi geldi. Kahvaltı için bir yer bulabilme ihtiyacı büyüdü, büyüdü ve var oluş amacıma dönüşüverdi. Gördüğüm birkaç yere çeşitli bahanelerle girmeyip devam ettim. Adımlarımın bir amacı olmasından duyduğum hazzı çabuk kaybetmek istemiyordum. Yürüdüm, yürüdüm. Mecalim bitene kadar yürüdüm. Nihayet bir köşede kahve ve…

Birini Meryem’e benzettim. Umursamadım. Meryem’e benzeyebilmek kimsenin haddine değildi. Ama yine de bunca insandan biri Meryem’di işte. Uhrevi alemlerin müstesna bir yerlerinden yeryüzüne inmiş ve insan suretinde fanilerin arasına karışıvermişti. Birini Meryem’e benzettim. Meryem olsaydı ne yapacak, ne söyleyecektim? Bilmiyordum. Meryem bana haksızlık etmişti. Meryem bana haksızlık mı etmişti? Engel olamadığım bir sitem duygusu gittikçe ağırlaşıyordu.

Ya Meryem’se… Bir ihtimal daha birkaç adım ötemden bir dükkana girdi. İradem adımlarımı ele geçiremeden ben de peşinden girdim. Burası dükkandan çok kulübeye benziyordu. Dar ve kısa duvarlarındaki derme çatma raflara öylesine dizilmiş ayakkabılar, birtakım isimler yazılı not kağıtlarının zımbalandığı poşetler; yapıştırıcıların, ayakkabıların, boyaların ve kim bilir başka nelerin birbirine karışmış kokularını bastırmaya çalışan ıhlamurun soba üstünde fokurtusu, buharı…

Neden sonra onunla göz göze geldim. Mütebessim, demek sensin, der gibi bakıyordu. İlk kez gördüğüm ama kesinlikle aşina olduğum bakışlardı bunlar. Elindekileri bıraktıktan sonra ayağa kalktı.

—Buyrun kardeşim, hoş geldiniz.

Artık bembeyaz olmuş saçları ve bıyıkları, ilerlemiş yaşına rağmen berraklığı bozulmamış mavi gözleri, yüzündeki birbirinden anlamlı çizgiler, tavrı, konuşması… Bu adam hem kendisi ve hem çevresiyle bir bütündü. Bu bütünlük bilgeliği ihtar ediyordu. Bakışları, hele bakışları…

Hareketsiz kaldığımı görünce, ıhlamur ikram edebilir miyim, dedi. Bilmiyorum. Fakat az önce Meryem buraya girmiş olamazdı. Girmiş olsaydı şimdi burada olurdu. Yine de bu küçücük kulübeyi iyice gözden geçirdim. Meryem’in burada olmadığına emin oldum.

—Ben… Benim galiba bir suç işlemem gerekiyor.

Neden böyle söylediğimi bilmiyorum. Daha doğrusu saçmaladığımı… Ama o beni ciddiye aldı. Etrafına bakıp arandı, bir süre düşündü, ciddiyetle cevapladı.

—Ne tür bir suç?

Omuz silktim.

—Ne olursa.

Bu defa müşfik gülümsedi.

—Şimdi burada ne tür suçlar işleyebileceğine bakalım. Hırsızlık ve gasp… Mantıksız çünkü buradan, tamirdeki ayakkabılar dışında, istediğin her şeyi sana hediye edebilirim. Haneye tecavüz, alıkoyma gibi suçlar da hükümsüz, misafirimsin. Geriye sadece yaralama veya öldürme kalıyor.

Gözlerini gözlerime dikti. Ciddiydi. Bakışlarımı kurtaramıyordum.

—Bu iki suçtan birini işlemek istiyor musun gerçekten?

Neden böyle bir şey söylemiştim? Birdenbire patlayan, mani olamadığım bir isyan olsa gerekti. Hemen oradan çıkmak, düşüp bayılana kadar koşmak istiyordum. Ama değil ayaklarımı harekete geçirmek, zihnimi toparlayamıyordum. Bakışlarımı kurtarmaya da kudretim yoktu üstelik. Saf iyilikti bu. Yer yarılmadı ama ayağımın altından kaydı, dizlerimin bağı çözüldü, olduğum yere yığıldım.

Bütün şartları yerine getirilmiş, kusursuz bir mağlubiyet… Kolum kanadım dökülüyor, yelkenlerim devriliyor; direnmiyorum.

Sakindi. Sanki bu mağlubiyeti, bu hüsranı, bu yıkımı bekliyordu. Hatta memnundu. Bir bardak su getirdi.

“Davasını terk etsin bülbülde feda yoktur

Bir nükteciği aşkın pervanede kalmıştır”

deyip işinin başına döndü.

 

 

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.