Asker ocağında bizim gibi acemi erlere jandarma karakolunun nasıl bir düzeni olduğunu, içinde ne gibi araçların bulunduğunu, neyin ne işe yaradığını gösteren bir binaya eğitime gitmiştik. Eğitim amacıyla alayın merkeze en uzak noktasına yapılmış bu bina, yıllar içinde epeyce yorulup hırpalanmış, biraz da ihmal edilmişti.
Hal böyle olunca binanın bütün uygun yerlerinde örümcek ağları, boyunca uzamış ayrık otları, çatısında onlarca kuş yuvası, birbirine karışan böcek ve kuş sesleri… Normalde huzur kaynağı olacak bu sesler, öyle yoğun ve karmaşık ki artık burada tahammül edilmesi gereken bir gürültüye dönüşmüş.
Standart bir jandarma karakolunun mevcut düzenini görüp dinledikten sonra dışarı çıktık. “İstirahat et!” emriyle şanslı olanlarımız bir şeylerin gölgesinde, kalanlarımız da olduğumuz yerde oturduk.
“Dinlenmeler bir sigara içimi” dendiği gibi eğitim bittiğinde yola düşmeden önce tütünürken arkadaşlarımızdan biri yuvadan düşen bir serçe yavrusu fark ettiğini komutanımıza “arz etti.”
Komutanımız önce, ölür o, dedi; biraz düşündü, nerde, dedi. Duvarın o yüzüne geçtik. Serçe yavrusu yerde. Komutanımız kuşa eğildi, ölür bu, dedi. İçerden bi’ masayla bi’ sandalye getirin, dedi. Getirdiler. Kuşu yuvasına bıraktı. İnşallah ölmez ama ölür o, dedi.
Kuş öldü mü, kaldı mı; bilmiyoruz.
Bugün bu hikayeyi anlatsam muhtemelen komutanımız hatırlamaz. Ama daha tüyleri bile çıkmamış, yuvadan düşmüş, kanaması olan, yaşama ihtimalini de hayli düşük gördüğü bir serçe yavrusuna kayıtsız kalamamıştı.
…
Türkçe, gerekli durum ve olaylarda “Vicdânlı ol!” demez; “Allah’tan kork!” der. Vicdânımızdan gelen ve bir türlü yok sayamadığımız ses, kimin/neyin sesidir? Öyle kuvvetli bir ses ki bastırabilmek, duymaz hâle gelebilmek için neler neler yapmak gerekiyor.
Allah korkusunu, O’ndan gelebilecek bir cezalandırma ihtimaliyle değil, vicdanla açıklayan bir medeniyetin çocuklarıyız. Bundandır ki bizim için huzur, temiz ve rahat bir vicdandadır. Hariçten kimseciklerin halini bilmediği, tamamen kendi dünyamızda var olan vicdan…
“Ne sandın sen alan Hak’tır veren Hak
İşiten söyleyen Hak’tır gören Hak”
Aziz Mahmud Hüdâyî’nin çizdiği bu Hak çerçevesinden taşmamak için “vicdânımızla barışık olmak” gerekiyor tabii. Bunun için “Hak”lı olmanın âhenginde bulunmak şart. Üstü kat kat bahâne örtüleriyle örtülmüş, zannın sisleri ve dumanları arasında kalmış bir vicdânla nasıl barışabiliriz? “Haksız”lığımızı saklayabilecek bir örtü yok ama kabûl edip Hak tarafına geçirebilecek irâdemiz olmalı.
…
“Allah’tan korkacak bir durum yok, Allah’tan şer sâdır olmaz. Korkacaksan nefsinden ve nefsinin taleplerinden kork, onun hakkından gel, vicdânınla barış. Korkmana sebep kalmaz.”*
*Sait Başer