Sabahın erken saatlerinde otobüsten inip etrafıma şöyle bir bakındım. Hafiften yağmur yağıyordu. Dondurucu bir hava vardı.
Pazar sabahı olması nedeniyle İstanbul’un cadde ve sokakları “Şehzadebaşı-Direklerarası” Vezneciler alışılagelmişin dışında oldukça sakin, bir o kadar da huzurluydu. Karınlarını doyurmak için başımın üzerinden geçen martılar dikkatimi çekti bu sırada.
İstanbul’un tarihi üniversitesine gitmek üzere caddenin karşısındaki merdivenleri çıkarken önceki günün sabahında tam bu noktada şahit olduğum güneşin doğuşu geldi aklıma. Sanki merdivenlerin bittiği noktada doğmuş gibiydi. Soluklanma bahanesiyle bir an durup seyretmiştim güneşin doğuşunu.
Bu arada yağmur da durmuştu. Sol yanımda zamanın bütün izlerini taşıyan o koca taş binanın önünden geçerken hayretle bakakalmıştım öylece.
İşte, bir tarihe şahitlik eden kapı tam karşımdaydı!
Kapıdan içeriye girerken zaman tünelinden geçmiş gibiydim. Sağıma soluma bakındım bir süre.
Karşımda mistik yolun iki yanındaki koca ağaçlar bütün görkemiyle bir vav edasıyla hafif eğilmiş beni selamlıyordu sanki. O ağaçların arasında ağır ağır ilerleyerek tek tek bakıp tebessümle ve hafif bir baş işaretiyle selam verdim.
İstanbul Üniversitesi’nin amfi salonlarından birindeydi sınavım. Sırasında oturup test çözerken de bir ara kalemi bırakıp hayretle tek başıma oturduğum sıraya baktım. Sonra kapı ve pencereye odaklandım bir süre. Acaba o devirde masallardaki gibi dev insanlar mı yaşıyordu, diye aklımdan geçmedi değil hani.
Sınav bittikten sonra tekrar o ağaçlı yolun başındaydım. Aynı şekilde ağaçları selamlayıp cümle kapısına doğru yürürken gördüğüm, şahit olduğum ne varsa fotoğraflarını çekmeye başladım an be an; bıkmadan, usanmadan…