Nedir bu cinsiyet meselesi?
Aşağıda genel çerçevesini çizdiğimiz cinsiyet türlerinin sosyal evrimin geldiği nokta itibarıyla bambaşka bir boyut kazandığı gerçeği iletişim çıktılarıyla apaçık karşımızda duruyor. Evrimsel süreçte bir çeşit ezme ezilme ilişkisine dayanan ilişkilerin cinsiyetlere yansıdığını görüyoruz. Başlangıçta doğa-insan etkileşiminde karşılaştığımız erk ve evcilleştirme mefhumları doğa-insan dikotomisinden insan-insan düzlemine taşındığında bir güç hiyerarşisi ile burun buruna kalıyoruz. Bu hiyerarşinin oluşmasında ilk elenen tür olarak güçsüz biyolojik insanları ardından doğurgan kadınları görüyoruz. Zaman ilerledikçe biyolojik olmayan türler meydana geliyor insan ırkının içinde ve yine bir güç hiyerarşisine maruz kalan biyolojik olmayan bu türlerde zayıflık kadınlık ile özdeşleşiyor. Ancak bu noktada kafamızı bulandıran bir soru işareti bulunuyor; tüm toplumlarda aynı durum söz konusu muydu? Söz gelimi ‘doğada’ farklı, ‘doğuda’ farklı ‘batıda’ daha mı farklıydı?.. Yahut tarım öncesi dönemde ayrı, tarım döneminde ayrı, modern çağda ayrı, postmodernizmde ayrı mı zuhur ediyordu? Yoksa Türk toplumu ve kültürü tüm bu kolajın içinde ‘bambaşka’ bir yere mi yerleşiyordu? İşte bu soruların cevabını çeşitli iletişim çıktıları üzerinden aramayı hedefliyoruz bu yazı dizimizde.
Kainat varlığı devam ettirmek için sürekli bir türeyiş halindedir ve evrenin tüm zerreleri buna dahildir. İnsanlar, hayvanlar, bitkiler hatta cansız bildiğimiz eşyalar bile… İnsanlar da türeyişten nasibini ‘nesli devam ettirme’ olarak almıştır ki soyun devamı endişesi hayatta kalma güdüsünün artçılı olarak karşımıza çıkıyor çünkü genlerimizden yeni bir form elde etmiş oluyoruz üreme edimi sonucunda. Bu da bir bakıma türeyiş anlamına geliyor.
Bizden bir parçanın bizden sonra yaşaması fikri öylesine cazip geliyor ki bazı anne babalar evli çiftlere çocuk yapması için baskı kurmaya bile başlıyor. “Gözüm açık gitmesin mürüvvetini göreyim bari…” minvalinde soyun devamını meşru biçimde yapmanın ilk adımı evliliği vurgulayan cümleler de buna işaret ediyor.
Kültürü korumanın yolu aileyi korumak mıdır?
Tabii bedensel varlığın yanı sıra kültürel varlığın da sürekliliği için neslin devamı gerekmektedir. Bu açıdan bakarsak soyun devamı aile kurumu yoluyla yapılırsa kültür aktarımı da gerçekleşiyor dolayısıyla kültürün korunması için ailenin korunması gerekiyor. İnsan doğası türeyişe hizmet edecek çeşitli faaliyetlerde bulunabiliyor böylece.
Elbette hayatta kalmak ve soyu devam ettirmek için güçlenmesi gerekliydi insanın, daha sağlam genler ile geleceğe bırakabilmesi için imzasını. Hayatta kalmak ve soyu devam ettirmek dünyaya bir iz bırakmanın başka bir yöntemi olarak görülmüştü. Böylece güçlenerek hayata tutunmaya çalışan bir özne çıkıyor ortaya ve bu özne medeniyetlerin ortaya çıkışının temel dinamiğini de oluşturuyor aynı zamanda.
Biyolojik erkeğin varlığı gün geçtikçe zayıflıyor mu?
Bilimsel çalışmalara göre gen haritalarımızda kalabilen genler uzunca bir seçilim döneminden geçerek günümüze ulaşabilmiştir. (Bu süreç bin yıllar sürüyor.) Biyolojik cinsiyetlere oranlayarak baktığımızda bugün kadın türü daha baskın. Bu şu anlama geliyor, geçmişten geleceğe erkek türünün biyolojik varlığı gün geçtikçe zayıflıyor.
Biyolojik kadın dış dünyadan çekildi mi?
Henüz ortada ne tarım ne de yerleşik hayata dair hiçbir iz yokken yani insanların avcı toplayıcı olduğu dönemde, insanlar doğada ancak günü kurtaracak kadar var olabiliyordu. Bu dönemde kadın ve erkek vücut yapılarının da birbirine çok yakın olduğu söyleniyor. Yaşamın ve türeyişin devamı için hemen her gün yiyecek bulunuyor, av avlanıyor ve vahşi hayvanlarla mücadele ediliyordu. Rastgele çiftleşmelerin sonucunda tesadüfi olarak hayatta kalabilen çocuklar ancak yaşama tutunmayı başarabilirse tüm tehditlerden sıyrılabilirse yetişkinliğe erişebiliyordu. Çetin bir yaşam savaşından geçen insan böylece soyu güvence altına almanın yollarını aradı. Çözüm olarak hamilelik sürecinde vücudu çeşitli değişimlere uğrayan ‘biyolojik kadının’ doğum sonrasında mağarada çocuk bakmakla yükümlü olduğu bir yapıya evriliyor yaşam. Hamilelik ile vücudu bozulan kadın eskisi kadar hızlı ve çevik davranamayacağı için dış dünyadan çekiliyor ve türeyişe ‘yeni nesli yetiştirme’ formu altında katkıda bulunmaya devam ediyor. Bunun nedeni ise soyun devamı endişesinde yavrunun hayata tutması için bakıma ihtiyaç duyması. Zaten elenmiş olan bu ‘biyolojik kadın türünün’ iç alana çekilmesi ile hayatta kalma lütfuna mazhar olduğu görülüyor. Bu noktada karşımıza biyolojik olmayan bir kadın daha çıkıyor. İşte bu felsefede ‘gender’ sözcüğü ile karşılık buluyor Türkçesi ile söyleyecek olursak ‘toplumsal cinsiyet’.
Erk ve toplumsal katmanlar sorusu
Bir yanda kadının biyolojik varlığına toplumsal rolleri eklenirken diğer tarafta yani biyolojik erkeğin dünyasında da yeni bir rekabet başlıyor. Hayatta kalma güdüsü ile harekete geçen biyolojik erkek ne kadar güçlü olursa neslini o kadar devam ettirebileceği kanaatiyle kendi türü içinde güç odaklı kıyasıya bir mücadeleye sürükleniyor. Burada biyolojik olmayan erkekler kurulmaya başlıyor. Bir ipte iki canbaz oynamaz atasözünü hatırlayalım. Bir ormanın bir aslan kralı vardır ve aslan kralın tebaası kaplan, fare, kertenkele veya kedi olarak varlığını sürdürmeye devam edebilir yani aslana nazaran ‘güçsüz olan diğer erkekler’. Alfa erkek ve onu saran ikincil, üçüncül, dördüncül erkekler görüyoruz. Hanım evladı şeklinde isim takıldığı da bir gerçek. Başka bir deyişle güç oyununu kaybedenler… Eşleşmeler devam ederken kendi türü içinde görece daha güçsüz erkekler zaman içinde azalmaya başlıyor. Küçük bir parantez eklemeliyiz burada, doğadaki hemen hemen tüm memeli canlıların, erkekleri ile dişilerinin soyunun devamında bu durum gözlemlenmektedir.
Gender mı biyolojik zaafların tamiri mi?
Her iki tür de eş zamanlı olarak yeni rollere bürünmeye başlıyor. Bu roller türlerin biyolojilerinde doğaya karşı beliren ‘zaafların’ oluşturduğu açıkları tamir etmenin bir yöntemi olarak ortaya çıkıyor. Toplumlaşma ile beraber doğa ve topluma karşı zaaflar biçimine dönüşüyor. Soyun devamı endişesi kadınları seçicileştiriyor ve güçlü erkekleri eş seçmeye itiyor zamanla. Hayatta kalabilmek için, yavruları güvenli bir şekilde büyütebilmek için, hamilelik sürecinde yiyecek bulabilmek için ve vahşi koşullarda korunabilmek için kendi türü içersinde de söz sahibi olabilecek ‘kudrete’ sahip bir eş seçme mekanizması geliştiriyorlar. Böylece kadın kendi ‘iktidarını’, evvelce dışlandığı dış dünyada söz sahibi olma imkanını, seçtiği eşin toplumsal alandaki gücü ile geri kazanacağı hesabına uygun seçimler yapıyor olacak. Simone de Beauvoir bu bağlamda kadının eş seçme döneminden önceki gücünü belirleyenin ağabeyi ve babası üzerinden olduğunu söyler. Demem o ki güçlü erkek sadece eşine değil aynı zamanda ailesinin yeni üyesi olan kızına da biyolojisinin dış dünyadaki dezavantajını nötrleyen bir alan inşa ediyor. Bu alan içersinde kalan kadın gücünü korumaya devam ediyor.
Erk bir sınıf tartışması mıdır?
Doğaya hükmetmeye başlayan insanlar zaman ile tarıma geçerek ekonomik bir reform yapıyor. Elbette tarıma geçiş toplu yaşamayı ve şehirler inşa etmeyi ardında getiren bir süreç. Böylece yaşamı devam ettirmenin temel koşulu olan ve dört temel ihtiyaçtan biri olan beslenme kolaylaşıyor. Kas gücü eskiye nazaran ikincilleşmeye başlıyor veya şöyle demeli alet kullanımı ve tarım birleşince insan beyni ile doğaya olan içkinliğini aşmaya başlıyor. Hatta doğaya karşı köle konumunda olabilecek erkek artık tarımı evcilleştirmesi ile beraber doğayı kölesi haline getirmiş oluyor. Böylece tarım öncesi dönemde nüvelerini gördüğümüz toplumsal cinsiyetin artık daha aleni olarak ortaya çıkacağı bir zemin yaratılıyor. Dolayısıyla doğaya diz çöktürdüğünü gören erk ile toplumsal kurallar ve sınıflar inşa ediliyor.
“Köle kim efendi kim?”
Tarımla beraber gelen yerleşik hayat güvenlik ve barınma gibi temel ihtiyaçlarda büyük değişimler yaratıyor. Böylece toprağa hükmeden erkek yırtıcı hayvanları evcilleştirmeye, vahşi doğadan korunmaya ve soğuğa karşı daha dirençli olmaya doğru evriliyor. Dış dünyada kol ve beyin gücünü kullanarak doğaya hükmeden erkek, kadını da hakimiyeti altına almaya başlıyor. Böylece toprak ve kadın mülkleştirilmiş oluyor. Soyun devamının yanı sıra yeni bir dürtü daha geliştiriliyor burada; mülkiyetin aktarılması ve soy içersinde kalması. Babanın ölümünden sonra tıpkı topraklar gibi ailenin kadın üyeleri (en başta anne olmak üzere) erkek çocuğun hükmüne giriyor. Böylece erkek çocuklar babanın toplumsal gücünün yoğunlaştığı bir merkeze dönüşüyor adeta. Aile kadınları ise erkeği var eden yan unsurlar olarak devam ediyorlar. Tarım sonrasında insanlar hayatta kalmayı daha fazla başarmaya başlıyorlar. Böylece günümüze doğru çeşitli ekonomik modellerin değişmesi sonucu yeni yeni tahakkümler altına giriyor kadınlar.
Cinsiyet karmaşa mıdır?
Günümüzde bunun örnekleri iletişim çıktılarından rahatlıkla görülmektedir. Hatta algılarda oluşturulan cinsiyet kimliklerinin bozuklukları dolayısıyla bugün çeşitli yeraltı örgütler tarafından hükümetlere karşı kullanılabilecek bir silaha dönüşmüş durumdadır. Pek ala cinsiyetin kurulumunda niçin iletişim bu kadar büyük bir aksiyon içerisindedir? Bir tarafta geleneklere hapsolmuş bir kadın çiziliyor ve bu kadın genellikle doğu toplumlarından birinden çıkmış bir kurban oluyor. Öte yanda da kendini gerçekleştirmiş kadın Batılı olarak tasvir ediliyor. Yukarıda genel çerçevesini çizdiğimiz cinsiyet türlerinin sosyal evrimin geldiği nokta itibarıyla bambaşka bir boyut kazandığı gerçeği iletişim çıktılarıyla apaçık karşımızda duruyor. Evrimsel süreçte bir çeşit ezme ezilme ilişkisine dayanan ilişkilerin cinsiyetlere yansıdığını görüyoruz. Başlangıçta doğa-insan etkileşiminde karşılaştığımız erk ve evcilleştirme mefhumları doğa-insan dikotomisinden insan-insan düzlemine taşındığında bir güç hiyerarşisi ile burun buruna kalıyoruz. Bu hiyerarşinin oluşmasında ilk elenen tür olarak güçsüz biyolojik insanları, ardından doğurgan kadınları görüyoruz. Zaman ilerledikçe biyolojik olmayan türler meydana geliyor insan ırkının içinde. Yine bir güç hiyerarşisine maruz kalan biyolojik olmayan bu türlerde zayıflık kadınlık ile özdeşleşiyor. Ancak bu noktada kafamızı bulandıran bir soru işareti bulunuyor; tüm toplumlarda aynı durum söz konusu muydu? Söz gelimi ‘doğada’ farklı, ‘doğuda’ farklı ‘batıda’ daha mı farklıydı?.. Yahut tarım öncesi dönemde ayrı, tarım döneminde ayrı, modern çağda ayrı, postmodernizmde ayrı mı zuhur ediyordu? Yoksa Türk toplumu ve kültürü tüm bu kolajın içinde ‘bambaşka’ bir yere mi yerleşiyordu? İşte bu soruların cevabını bir örnek üzerinden aramayı hedefliyoruz bu yazı dizimizde.