Bayram temizliği
Her bayram arefesinde olduğu gibi yine bir temizlik telaşı sardı evlerimizi. Gönlümüze, zihnimize, midemize düzenlediğimiz otuz günlük temizlik(!) maratonu sonrası bir çeşit zafer bayrağı gibi evlerimizi de dip bucak temizliyoruz. Bu bir gelenek! Hayata taptaze ve yenilenerek başlayışımızın yorgun damgaları temizlik bezlerimiz.
Unutmadan belirteyim! Bu gece yine bir iki konuğum olacak, yazıyı birlikte yazacağız, yani ben yazmaya teşebbüs edeceğim, konuklarım bana yazma cüretini toparlayabilmem için uygun atmosferi sunacak. Açılışı Vivaldi’nin Four Seasons’ı ile yapıyoruz. Baharın aldatan cıvıltısı ile baş başayız ilkin. Ardından yaz, son bahar ve kış mevsimini dinleyeceğiz kemanın yayından. En çok kışı anlatan konçertosunu dinlemeyi severim. Bunun kar mevsimine olan sevgimden olduğunu düşünüyorum. Kış vakti yağan lapa lapa kar da değdiği yeri temizliyor. Bu açıdan bakınca annelerimize benzetiyorum kış mevsimini. Arınmanın anneliğin sunduğu döngüyle bir bağı olmalı. Meryem motifinden ilhamla…
Bayram benim için saflaşmanın mührüyken bir çocuk için toplanan torbalar dolusu şeker ve çikolata olabiliyor. Böylesi örnekler hayatlarımızın (sandığımız kadar) kurallara sıkı sıkıya bağlı olmadığını düşündürmüyor değil. Hatta, belki de, yer yüzünde ne kadar yürek varsa o kadar da din vardır demek hiç abartılı olmayacaktır. Sonuçta her bireyin, kişiliğin, kendine has ihtiyaçları var. Kimi için para, makam, lüks bir ev, şöyle en büyükçesinden gösterişli bir koltuk, belki pahalı bir saat din olabilir. Bir başkası için de adalet, dürüstlük başlı başına bir din olabilir. Tıpkı, çocukken şeker toplayan çocukların büyüyünce bayrama şekerden daha fazla anlam yüklemesi gibi… Ne de olsa her saniye benliğimizde yeni bir insan doğuruyoruz.
Tengri, yeniden doğuşun adıdır. Bu cümleyi kurabilecek görgüyü bize aktaran isim, Dr. Sait Başer. Ramazan hakkındaki düşüncelerini merak ediyordum, soruverdim bir gün. Şöyle yanıtladı beni, “Din, esas itibarıyla psikolojik. Herkesin kendi kalbinde yaşadığı bir duyuş hali.”
Aslında, Vivaldi şimdi yaz mevsiminde. Ortak bir zamandayız ama yine de baktığımız bir çiçekte, denizde veya çınarda gördüklerimizin birebir aynı olduğunu iddia etmemiz mümkün mü? Hiç sanmıyorum. Mesela bugün yaşasaydı, tan yerinin ağırmasına bakarken ünlü virtüöz ile benim gördüğüm renklerin tonları birbirine asla tutmayacaktı çünkü yapılan araştırmalar kadınların ve erkeklerin gördüğü renk aralığının farklı olduğunu söylüyor. Kadınlar erkeklerden çok daha fazla tonda bakabiliyor dünyaya. Biz insanlar, bu denli basit bir konuda bile birebir örtüşme sağlayamazken, din kadar öznel bir alanda nasıl olur da tornadan çıkmış gibi aynı anlayışı yamayabiliriz bünyemize?
Dr. Sait Başer devam ediyor anlatmaya, “Esasen ibadetlerde o kalpteki halin yoğunluğun arttırılması ve devamına temini adına yapılır ibadetler, ramazan oruç tutmak demek, fizyolojik olarak su içmemek, yemek yememek gibi bir takım alışkanlıklardan vazgeçmek. Bir tarafıyla gene psikolojik, bir tarafıyla da toplumda ortak yürütüldüğü için dinin sosyolojik yüzünü burada görme fırsatı elde ediyoruz. Bir de benim en çok hoşuma giden şey sinirlendiğinizde oruçluyum deyin demek ki oruç sadece yiyeceklere ve içeceklere karşı tutulmayacak mesela yalan söyleme orucu tutsak, iki yüzlülük yapmama orucu tutsak, kul hakkı yememe orucu tutsak, trafikte hak ihlali yapmama orucu tutsak, oruç kavramına bunları da eklersek orucun sosyolojik yüzü günümüzün şartları ve ihtiyaçları bağlamında da bir tamamlansa diye bir hayalim var.”
Tüm bunların aklımı meşgul ettiği günlerden birinde yine Haliç’in güzelliğinden büyülendiğim, güneşin başka diyarları aydınlatmak üzere yola çıktığı, saatlerdeydim. Uzaktan bana doğru yaklaşan bir kadın görüyorum. Elinde yırtılmış küçük bakkal poşeti ile sağa sola bezgin adımlarla savruluyor. Belli ki hedefinde ben varım. Meraklanıyorum, niçin geliyor acaba? Bana ne diyebilir ki bu kadın? Tülbenti de yüzündeki soğuk ve derin çizgileri de hayattan soğumuş duruyor. Özensiz bir ses tonuyla “Almaz mısın?” diyor. Güneş gözlüğümü çıkartmıyorum. Kadının gözlerinde “Paramı alsam da gitsem” bakışları ve hedefte ben…
Konuşmak istemediğimi düşünmüyorum aslında ama konuşmak kadar yoran, utandıran, can acıtan başka bir eylem var mıdır?.. Belki, niyetlerimizi eyleme dökecek güç ile irademize muktedir olabilsek yapmak istediklerimizin çoğunu hayata geçirmemiz mümkün olacak. Özünde oruç bunu sınamanın en güzel yöntemlerinden birisi. Biraz açlık, biraz susuzluk, yemek yiyebilirsin istersen, elinin altında her türlü imkan mevcut ama mideye indirmek veya indirmemek senin ellerinde. Dr. Sait Başer, emekli bir felsefe hocası. Divan Edebiyatı Vakfı’nın Mütevveli Başkanı… Konu oruç… Zihninde beliren oruç olgusunu açmasını rica ediyorum kendisinden. Anlatıyor, “Niyet ile irade bütünlüğüdür oruç. Sırf niyet var ama irade yok, irade olmayınca sırf niyet işe yaramaz. Ben oruç tutmaya niyet ettim desem de, gözüm sigarada, çayda, şunda bunda fırsat bulunca da içiyorum. O oruç olmuyor. Niyet var fiil yok çünkü irade yok. Oruç niyet ile iradenin yekpareleşmesidir.”
Yani, güneş gözlüklerimin camlarına bakıyor aslında. “Alacak mısın? Almayacak mısın?” diyor, elindeki bir paket cep mendilini uzatarak sallıyor gözlerime doğru. İçimde bir ikilem var, “Acaba alsam mı? Yoksa almasam mı? Alsam, iyi olur, çantamdaki de bitmek üzere aslında ama almayıp ertesi günü de bekleyebilirim. Alsam… Belki hapşırırım, burnum akar, geç saatlere kadar burada kalırsam eğer, hastalanırsam… Yarın da alınır canım… Neyse…” Kadın sesini yükseltiyor, biraz tehditkar “Alo! Sana diyorum, almayacak mısın? Lazım olur! Konuşsana, dilini mi yuttun?”
İç sesim yeniden devreye giriyor, “Konuşmaya mı ihtiyacın var paraya mı?” Neden yanıt bekleriz insanlardan? Oysa Jean Paul Sartre “Susmak, başka bir tür konuşmaktır.” Diyor. Konuşmak istediği halde (belki de yeterince istemediğinden) susamaz mı insanlar? Kadın kör olduğumu düşünüyor olabilir, aynı zamanda sağır, dilsiz… Elini gözlüklerimin dibine getiriyor, “Konuşsana ne susuyorsun, dalga mı geçiyorsun benimle?”
İç sesim yanıtlıyor, “Ne çok uğraştı beni konuşturmak için…” Kadıncağız panikliyor biraz, korkudan mı?.. Bilemiyorum. “İyi saatte olsunlar.” Diyerek uzaklaşıyor yanımdan. Biraz ilerliyor, ardından yeniden gelip gözlüklerimin camlarına oldukça yakın bir noktadan bana bakmayı deniyor “Neden susuyorsun?” Aslında susmuyorum, sadece yeterli gücüm yok ses çıkartmak için… Sevgili iç dünyamdan cevaplar takır takır geliyor ama duyan var mı? Yok. “Yorgunum belki, haftanın yorgunluğunu gün batımını seyrederek çıkartıyorum… Niçin geliyorsun gözlüklerimin dibine dibine?” Kadıncağız baş parmağını elinin sırtına bağlayan kısmındaki dövmesini kaşıtarak “Ana!.. Bu da deli mi ne?” cümlesi ile artık vazgeçiyor benimle iletişim kurmaya çalışmaktan.
Vivaldi’nin Dört Mevsiminden Kış Konçertosunu yorumlayan Alytau adlı müzik grubu gecemizin son konuğu. Dört Mevsim Konçertoları genel olarak üçer bölümden meydana geliyormuş. Alanın uzmanları öyle diyor. Kış Konçertosunu ele alalım mesela, yaklaşık dört dakika sürüyor ulaştığım kayıtlar. Başlangıçta rüzgarın iliklerimize işlediğini, kar tanelerinin kirpiklerimize karıştığını, buz gibi soğuk bir akşamın tam ortasında sıcacık bir kahveye, bir bardak çaya ve ona eşlik eden dost meclisine duyduğumuz ihtiyacı, özlemi hatırlatıyor. Keman, insanın adeta iç sesinin çuvaldızları gibi rahatsız ediyor.
“Hayır! O cümleyi söylemeyecektin! Öyle davranmayacaktın!”
Diğer yaylı çalgılar ise soğuktan titreyen insanların dişlerinin zangırdamasını anımsatıyor nedense? Konçertonun ortalarına geldikçe sıcacık kahvesini yudumlayan bir insan beliriveriyor gözlerimde. Koşuşturmacası, sığınma arayışları bitmiş, dingin, huzurlu bir psikolojiyle bakıyor karşısındaki koca adama. Ağzından çıkan kelimeleri not ediyor bir taraftan. Henüz Tanpınar’ın Huzur’unu okumamış ama okumayı koymuş kafasına. Öyle, kendinden emin ki sanki kara kış geçmiş bu ocağın başında beklerken. Kaydın son demlerinde karda kızaklarınızla kaydığınızı düşünmeden edemiyorsunuz. Sanki dünya yeniden doğuyor o notaları dinlerken. Vivaldi’nin üç yüz yıl önce bestelediği bu konçertoyu bugünlerin enstrümanları eşliğinde yeniden duymak, zamanın insanı sınırlayamayacağını düşündürüyor bana.
Keşke, diyorum, ramazan ayı ile anlayacaklarımızdan biri de bu olsa. Kültürün güncellenmesi gerektiğini çokça dile getiren Dr. Sait Başer ile ramazan ayı ile birlikte nelerin değişmesi gerektiğini de konuştuk. Torunlarına kızarken içi acıyan bir dede edasıyla, “Esasen ramazan bir Müslüman’a ve Müslüman toplumuna sürekli olarak bütün hayatı boyunca olması gereken şeyi yoğunlaştırılmış olarak ve bir bayram neşesiyle yaşatma ibadetidir. İbadeti bir sevinç ve neşeye yoğunlaştırılarak yapıldığı ayrı… Ramazan psikolojisinin yıl boyu ömür boyu devam etmesi lazım. Ramazan bitince Müslüman’ın üzerindeki müeyyideler kalkmış mı oluyor? Ramazanın değiştirmesini beklediğim şey, ramazanın ramazanla sınırlı olmadığını görmek. Ramazan boyunca sigara içmiyor geriye kalan on bir ayı kendince bayram ilan ediyor.”
Ah şu iç sesim… Bu defa “Her ramazan, yeni bir dünya açıyor yüreğimde. Epi topu dört odacıklı bir kalp hal bu ki. Yeni insanlar tanıyorum, yeni hikayelere dokunuyorum ya da onlar gelip bana dokunuyor, belki dokunmaya çalışıyor ama başaramıyor. Sanırım, son seçenek çok daha fazla oluyor.” deyiveriyor.
Böylece, ramazan ayı boyunca, tüm aksaklıklara rağmen devam ettirdiğimiz “Ramazana Bakışlar” röportaj dizimizin son yayınını da yapıyoruz. Herkese iyi bayramlar diliyorum ve ekliyorum bayram temizliği için deterjanları ve temizlik bezlerini kuşanmış kadınlarımızı görüyoruz, haydi on iki ay boyunca hep beraber temizleyelim dünyamızı, diyorum, ben de.