Oldum olası hastaneye gitmekti zorlanırım.
Muayene, teşhis, tahlil, tedavi, kontrol… peş peşe ve üst üste, bitmek bilmeyen işler bir yana bütün hastanelerin ruhuna kadar sinmiş, işlemiş o koku; hastane kokusu… Pek ilgili görünmüyor olabilir ama balık kokusu da böyledir.
Hastane ve balık kokularını sevip sevmemekte tereddütlerim var. İlk bakışta sevimli kokular değillerdir fakat çocukluğumu bulurum bu kokularda, denizle ve hastaneyle geçmiş çocukluğumu. Öyle pek neşeli ya da romantik bir şey değil ama. Belki tekmili birden ustaca çatılmış bir sahnenin eksiksiz temsilleri. Peyami Safa’ya Dokuzuncu Hariciye Koğuşu çıkmaz yahut Kemalettin Tuğcu için fazla neşelidir. Belki Abasıyanık’ın aynasına düşer.
Kendini kesif fakat parça parça hatırlatan olaylar, durumlar, kişiler; ana fikri bırakıp üst tarafını götürmüşler gibi. Kubbeler, kuleler, ezanlar, çanlar, deniz, denizle ilgili şeyler, fabrikalar, fabrikalarla ilgili şeyler, komşular…
̶ EKG’ye bir bakalım önce.
Zaten doğru düzgün hikâyeler anlatamam ben. Çok iyi anlatanlar var. Akışa bakılırsa orada olup size o hikâyeyi anlatamaması gerekiyor ancak işte orada ve olup bitenleri size anlatıyor. Merak, gerilim, hüsran, coşku… ilginç bir maceranın içinde su gibi akıp gider.
̶ Kahveyi iki fincandan, çayı beş bardaktan fazla içmiyoruz. Sigara ise asla! Stresten, sevinçten, üzüntüden, heyecandan mümkün olduğunca uzak duruyoruz. Ani duygu değişimlerine, uykumuza, yiyip içtiklerimize dikkat ediyoruz. Sıkıcı olabilir ama bir süre yeknesak günler yaşasak iyi olur.
Kalem, kâğıdın üzerinde hızlıca gezinip kaşe ile noktalanıyor. Hem de aynı anda benimle konuşurken. Becerikli insanlara eskiden beri hayranlık duyarım. Kuruntulu biri olsa kendisini umursanmamış hissedebilirdi ama bence kâğıt-kalem-kaşe ile yaptığı işte öyle tecrübeli ki hastasıyla meşgul olurken elleri otomatik çalışıyor.
Kâğıdı alan hemşirenin peşinden yürüyorum. Alüminyum borulara asılmış muşamba perdelerle uydurulan bir kabindeyim. Alüminyum ne kadar zor bir kelime. Yeknesak sevimliydi ama. Hemşire, birkaç ilaçtan mürekkep büyük bir şırınga hazırlıyor. Elimin üzerinde bir damar buluyor ve bir iki saatlik misafirliğimiz başlıyor. Artık hemşireler diğer işlerinden fırsat buldukça, beni fark ettikçe ya da boş kabin ihtiyacı arttıkça gelip şırıngaya basacaklar.
Sıkıldım.
Geçmiş olsun.
…
Meryem çok bekledi mi acaba?
Evet.
Kitabını saçlarıyla oynayarak okuduğuna göre çok beklemekle kalmamış, biraz da sinirlenmiş. Gerçi mazeretim güçlü lakin şimdi Meryem’i telaşlandırmaya gerek yok. Meryem kolay kolay telaşlanmaz da. Neyse zaten gelişime henüz tepki vermiş sayılmaz. Kitabın ilgili bölümü bitene kadar vaktim var. Meryem konuyu tamamlamadan okuduğunu elden bırakmaz. Trafik… Evet, en kolayı ve en geçerlisi trafik. Sonuçta İstanbul traf…
̶ Hastanede ne işin vardı?
Elimin üzerindeki pansuman bandajını diğer elimle gayriihtiyari kapattım. Meryem böyledir işte; ben onun saçlarının değişikliğini fark etmem, o benim elimdeki küçücük pamuğu gözden kaçırmaz. Kitaptan başını kaldırdı Meryem. Yakalanmış hissettiğimi anlamış olacak, küçük bir tebessümle biraz yumuşadı. Fırsatı ganimet bildim.
̶ Bir şey değil. Göğüs kafesimin içinde gönlümle çırpınıp duruyoruz.
Elindeki kitaptan bir sayfa aradı, buldu.
“Hakk bir gönül verdi bana, ha demeden hayran olur.”
Kitabı kapatıp çantasına koydu. Masanın dağınıklığına çeki düzen verdi. Dirseklerini masaya dayayıp yüzünü avuçlarına aldı. Eline ne oldu, diye sordu. Anlattım. İşte böyle, dedi; eserini elde görürsün, sebebi bambaşka yerdedir. Derin bir nefes alıp saçlarını hızlıca geriye attı, göz kırptı.
̶ Yalnız sebep konusunda doktorla aynı şeyi kast etmiyorsunuz. Kalp ile gönül hiç aynı olur muymuş!
̶ Olmaz mıymış?
̶ Olmazmış tabii. Kalp dediğin en nihayetinde bir organ, canlı olan her şeyde var.
̶ Gönül?
̶ Gönül… Belki gönül de canlı olan her şeyde vardır amma ki neden sonra farkına varılır. İnsan gönülden ibarettir hatta. Çünkü gönül, Allah’ın hem tecelligâhıdır hem de insanın değerini tayin ettiği mihenktir. Madem ki Hakk Tecelligâhıdır, yıkılmamalıdır; mihenktir, daima muhyî kalmalıdır.
̶ Nasıl?
̶ Bin bir türlü yolu var. Sevinirsin olur, üzülürsün olur; dikilirsin olur, yıkılırsın olur. Olur da olur. Yeter ki hepsinin birer okuntu olduğunu bil. Allah çağırır. Ne olduysa/olmadıysa O’nun okuntusudur. İster uslu uslu ister yaka paça, ister perde kalkmadan ister perde kalktıktan sonra… Geliş O’ndan, gidiş O’na.
Meryem’in gözleri doldu. Ellerini sertçe yüzünde gezdirdi. Biraz deniz havası alalım mı, dedi. Uslu uslu kabul ediyorum, dedim. Gülümsedi. Omzuma dokunup, hadi, dedi. Çiçeklere, çocuklara, yaşlılara, yorgun köşklere takıla takıla sahile indik. Meryem’le beraberken yolumuz muhakkak denize çıkar. Hava serince gibi. Ceketimi teklif ettim, istemedi; ben de çıkardım. Kıpır kıpır maviliğe bakıp bakıp sustu.
Gönlü denizle beraber çalkalanıyor muydu acaba?
Nasıl, diye tekrar sordum. Mavilikten ayrılmadı.
̶ Evvela gönlün varlığından haberdar olmalı. Sonra da ha demeden hayran olacak hâle getirmeye çalışmalı. Var oluşumuz ertesinde ihtiyaçlarımız, ihtiyaçlarımız ertesinde tecrübelerimiz, tecrübelerimiz ertesinde anlamalarımız, anlamalarımız ertesinde inanmalarımız bizi olduğumuz kişi yapar.
̶ Olmasını istediğimiz kişi ile olduğumuz kişi her zaman aynı kişi olmuyor ki.
̶ Çünkü insanız. Kusur ve eksiklik, varlığımızın hem gereği hem doğası. Kusurumuzu rızâ düzeltir, eksiğimizi rızâ tamamlar. Râzı olmak, seyirci olmak demek değildir he; gönül uyanıklığı ister. Bütün varlığa ve oluşa dâhil olduğunu, gönlünü uyandırmadan bilemezsin. Hem niyette hem gayede hem işte hem sonuçta Hakk’la beraber bulunduğunu ancak gönül bilir, olgun bir gönül.
̶ Olgun bir gönül…
̶ Türklerde her şeyin yükseği, gönlün alçağı makbuldür.
̶ Henüz üç bardak çay hakkım var. Bunu değerlendirelim.
̶ Yoruldun mu?
̶ Üşüdün.
Yürüdük. Bulutların arkasında kalan güneş, telaşlı denize rengini veremiyor. Deniz çok büyük. Gökyüzü çok büyük. Deniz ve gök, birbirlerinin aynası; birinin hali, diğerine mutlaka yansıyor. İnsanlar da böyle. En azından bazıları. Belki sadece farkında olmak istediklerimiz. Hiç olmazsa bir tanesi. Meryem gibi. Meryem’de kendimi ayan beyan görebiliyorum. O göğün denizi olabili…
̶ Daldın?
̶ Yooo. Hiç yani. Olgun bir gönül, diyordun.
̶ Bazen mutlusundur, bazen canın sıkkındır. An olur için içine sığmaz, sonra sessiz sakin kendine çekilirsin. İçindeki ırmakları sığdıracak deniz bulamazken birazdan anlamlı tek kelime kalmaz dilinde. Az önce zehir zemberek, kapkaranlık olan dünya şimdi müjdelerle dolu bir bahçeye dönüşüverir.
Eski konaktan uydurulmuş bir yere girdik. Cumbalarını balkona çevirmişler. Geçip oturduk. İki çay geldi. Hemen karşımızda yaklaşık beş yüz yaşında bir güzel var. Bembeyaz, tertemiz, nur olmuş, meleğe dönmüş ihtiyarlarımızı hatırlatıyor. Kim bilir nasıl bir şevkle, ne büyük bir heyecanla meydana çıkıp arz-ı endam eylemişti. O heyecana, o şevke, o çabaya karışmak geliyor içimden. İşte şimdi acaba kaçıncı ezanla ihya oluyor? Sade yeri değil, göğü de vatan yapar bu ezanlar; bir şunca yüzyıldır anlı şanlı cedlerimizin işlerini tamam ediyorlar. Bu Türk medeniyeti dediğin, hiçbir unsurunu ana yapının dışında bırakmayan tek parça bir hamle. Hakanın tuğları da bu hamleye dâhil, çadırların kısacık direkleri de. Küçücük bir tay da hamlenin değerli bir parçası, kut almış alperenler de. Düşünmekten ifa etmeye kadar bütün aşamalar ve uygulayıcılar aynı anda önemli, değerli, dâhil. Zaten çoğu zaman en küçük parça, bütünün en önemli unsuru oluyor.
̶ Allah’tan hiç şüphe etmedin mi gerçekten?
Meryem avuçlarındaki bardağa bakışlarını sabitlemiş, mütebessim cevap bekliyor. Bilmem, dedim. Emin misin, diye sordu. Bundan güzel paradoks olur, dedim.
̶ Sabır da var, isyan da. Şükür de var, nisyan da. İman da var, küfür de. Kabul de var, red de. Ağyar var, aşina var; dost var, düşman var. Ortasından sırat geçer; bir tarafı umut, bir tarafı korku. İnsanız. Hepsi toplanmış girmiş gönüle. Şurası ilahi, burası şeytani. Kâbe gibi bin bir türlü putla dolmuş gönül, devirmeye Ahmed’in asasıyla Ali’si lazım. Gönlüne doldurduğun putlar şimdi vazgeçilmez görünür. Ne var ki bir tanesini yüz üstü devirip bin parçaya bölmeyegör; bunlar mıymış tapınıp durduklarım, dersin de hayret edersin! Devrilen putların artıklarını süpürüp atarsın, gönlünü dip köşe temizleyip paklarsın; canan da gelir başköşeye kurulur. Canana emanetini tertemiz iade edene korku, endişe, şüphe kalır mı? A şaşkın, çok çok söyletme beni!
Meryem yoruldu, duruldu. Bir süre sessiz kaldık. Çantasını toparladı. Ellerini yüzünde gezdirdi. Saçlarını düzeltti. Hazırız, dedi. Kalktık. Eve kadar bırakayım, dedim. Yok yok, kendi gider. Hatta o beni iskeleye bıraksın. Bıraktı. Vapur yorgun argın ilerliyor. Deniz de karanlık, gökyüzü de. Karanlığı sadece vapurun ışıkları bozuyor. Günlük son çay hakkımı alıp güverteye çıkıyorum. Gece, deniz serin ve güzel. Bizim Yûnus yoldaşlık ediyor:
“Bir dem döner Cebrail’e rahmet saçar her mahfile
Bir dem gelir gümrâh olur miskin Yûnus hayrân olur”