Tahayyül

Eskilerin tahayyül ve tasavvur dedikleri, harikulâde iki kelime… Evet, iki küçücük söz… Her ne kadar kökenleri başka bir dilden alınmış olsa da, sözlerin muhtevasındaki derinlik her şeyiyle Türk tahayyül ve tasavvurunun icadı, kendine has dünya görüşünün izlerini taşıyan sözcükler…

Tahayyül için sözlükler; hayâl etme, düş gücü diyorlar. Tasavvur için ise zihinde şekillendirme, kurma, tasarım açıklamaları yapıyorlar. Sözlüklere saygıda kusur haddimize düşmez. Fakat zaman zaman onların teknik sınırları, tahayyül ve tasavvur hürriyetinin önünde çelikten bir duvar olur adeta.  Duvarları yıkmak, şairlerin iştigal alanına girse de bizim gibi sıradan kullar da düşünmeden edemez. Bir bakarsınız, okuduğunuz bir metin sizi “arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan” içeri alıverir. O an Tanpınar’ın; “Rüzgârda uçan tüy bile / Benim kadar hafif değil” dediği bir anlatılmaz zamanda, bir rüyalar üstü gerçekte ruhunuz kanatlanır.

O anlardan biriydi sanki.

“Öd Tengri yaşar. Kişi oğlı kop ölgeli törümiş.”

İfadenin derinliği, insanın yanaklarında merhametli bir el gibi geziniyor. Aktarımlara baktığımızda “Zamanı Tanrı yaşar. İnsanoğlu hep ölmek için türemiştir.” açıklaması ile benim gibi sizin de hayâllerinizin yıkıldığını duyuyorum sanki.

Yapmasaydın be güzel hocam, beni “Öd Tengri”m ile baş başa bıraksaydın! Zaman, mekân her ne var ise senin olsaydı da bunu bana yapmasaydın! Ne olurdu, kapatmasaydın içtihat kapılarını bu kavruk yüzümüze!  Aktarmasaydın ne olurdu, zihnimizi bir açmazdan bir açmaza!

Ama hocam, bu sefer gönül ferman dinlemiyor.

Tutturdu; “Bir de ben göreyim, bir de ben öpeyim güzeller güzeli manânın gözlerinden.”

Efendim, ne olur bundan gayrî “Oryantâl pazarlardan faturasız malûmat almayalım.” deyü feryad u figan düştük yollara! İşittik; bir öz pazar var imiş, orada sözler hâl imiş. Kazımışlar taşlara, taşlar kuşlarla hemhâl imiş. Harf alırlar, manâ satarlar, kuşlar gibi öterler. Dilleri, gönüllerde bir ahengi sühan imiş.

“Öd Tengri yaşar” içimde dönüp duruyor, çaresiz yine lûgâtlere sarılıyorum.

Ö- sesinin ilk anlamının “düşünmek” olduğuyla karşılaşınca nasıl bir denize düştüğümüzün farkına henüz varmamıştık. Ki hemen altındaki maddede öd- “zaman” yazıyor, ikinci öd- sözünün karşında “gönül, iç” açıklaması ile tahayyülümüz bir tüy gibi uçuşmaya başlıyor.

Nasıl oldu, bilmiyorum ama Nazım bir şiirinde; “Tüyün de ağırlığı var ayrılığın ağırlığı yoktu kendisi vardı” deyivermiş. İyi de demiş, bu denizlerde yüzmesen bile havasından nemlenirsin. Lâkin bizimki ayrılık değil, bir kavuşma hikâyesine dönüyor gibi; hem de öz ile vuslat hikâyesi. Efendim, sonraki satırda Ödük; hatırlama, izahını görünce bir ölümlünün aklına neler gelmez değil mi?

Bundan sonrası bir ödüşlük* yol, her adımı özlem dolu.

Ögümde elest bezminden hatıraların derin fısıltıları…

Oyun bitti, denilecek diye ödümün koptuğu çocukluk anıları…

Öyleyse yaşadığım anın kıyametiydi kopacak olan.  Ah hocam, ah! Anladım; sen de bilmiyorsun, sen de bir ökeye rastlamadın belli ki. Hiç kuşkum yok; işitseydin saklamaz söylerdin, Ötüken’de bülbüller hangi makamdan öterler.

Öd Tengri yaşar, diyor bilge. Bu nasıl muhteşem bir deveran, nasıl da uçsuz bucaksız bir cevelan.

Bu hangi dünyanın kutlu dili?

Kim, kime, kimi hatırlatıyor hocam?

 

*ödüş. Bir tam gün

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.