Yahya Kemal; “Türkçe ağzımda anamın sütü gibidir.” diyor. Dil ve buna bağlı musiki; bize geçmişten kalan, annemizin ak sütü kadar temiz ve helâl olan yegâne miras. Kültür varlığının devamı, dilin canlılığı ile mümkün olabilmektedir. Kişiler ve toplumlar, her şeylerini kaybedebilirler fakat dil yaşıyorsa siyaset, sanat, iktisat, bilim, felsefe her şey ama her şey yeniden kurulabilir. Türkçe de bizim için “denizler ortasında yelken, kör kuyularda merdiven” gibidir.
Lisanın en belirgin vasfı; işledikçe gelişip serpilen, yaşayan bir organizma gibi olmasıdır. Kültürün temel karakterini teşkil eden ontolojinin sırlarını taşıyor olması, dilin bir millet için ne kadar hayati olduğunu anlatmaya yeter. Bu haliyle sadece özgün kişiliğin değil, en üst siyasal örgütlenme biçimi olan devletin de beka sırlarını muhafaza eder dil.
Türk İnanma ve Anlama Modelini çözmeye yönelik denemelerimizden biri olan bu yazıda Türkçenin kadim sözcüklerinden “uçma”nın sırlarına odaklanacağız. Orhun Abideleri’nden Yesevi’ye; Yunus’tan, Hatayi’den Yahya Kemal’e ve günümüze kadar uzanan çizginin üzerindeyiz.
Bu sebeple Türkçe, bizim mücevher sandığımızdır.
Kuş oluben uçmak gerek
Ovalara göçmek gerek
Bir doludan içmek gerek
İçenler ayılmaz ola
Hatayi
…
“Uçmak, tr. Uç (son, kıyı, bitim yeri)dan uç-mak/uçmak
Bir yerden kalkıp gitmek, görünmez olmak, sona ermek, bitim yerine varmak.”
Bugün kullandığımız uçak, uçurtma, uçuk, uçuş, uçurum, uçucu, uçarı ve ucuz sözcükleri uç- kökünden türemiştir. Ayrıca bu kök üzerinden inşaa edilen uçaksavar, uçan daire, uçtan uca, ucu ucuna vb. bileşik kelime ve tamlamaları da günlük hayatımızda sıkça kullanmaktayız.
Orhun Abideleri Bilge Kağan Doğu Yüzü’nde Muharrem Ergin’in “uçup gitti” şeklinde çevirdiği ibarede kutlu bir sona işaret edilmektedir:
“yiti yolı sülemiş, yigirmi sürîgüş sürigüşmiş. Tengri yarlıkaduk üçün illigig ilsiretmiş, kağanlığığ kağansıratmış, yağığ baz kılmış, tizligig sökürmiş, başlığığ yükündürmiş. Karıgım kağan [anca ilig törüg kazğanıp uça barmış]. Karigım [kağanka] baş[lay]u Baz Kağanığ balbal [tikmiş. Karigım]” [13]
(Yedi defa ordu sevk etmiş, yirmi savaş yapmış. Tanrı lütfettiği için illiyi ilsizletmiş, kağanlıyı kağansızlatmış; düşmanı tâbi kılmış, dizliye diz çöktürmüş, başlıya baş eğdirmiş. Babam kağan öylece ili, töreyi kazanıp uçup gitmiş. Babam kağan için ilkin Baz Kağanı balbal olarak dikmiş. Babam…)
Bilge Kağan doğu yüzünde ise kötülerin ve gafillerin sonu için “ölti” ifadesi tercih edilmiştir:
“sökürtümüz, başlığığ yükündürtümüz. Türgiş kağan Türk[üm] budunum erti. Bilmedükin üçün bizirige yarigıldukın yazındukın üçün kağanı ölti, buyrukı begleri yime ölti. On Ok budun emgek körti. Eç[ümiz apamız tutmış yir sub idi]siz kalmazun [tiyin Az budunuğ itip yaratıp… Bars Beg]” [16]
(Diz çöktürdük, başlıya baş eğdirdik. Türgiş kağanı Türküm, milletim idi. Bilmediği için, bize karşı yanlış hareket ettiği, ihanet ettiği için kağanı öldü, buyruku beyleri de öldü. On Ok kavmi eziyet gördü. Ecdadımızın tutmuş olduğu yer, su sahipsiz kalmasın diye Az milletini tanzim ve tertip edip … Bars bey…)
Benzer örnekler Kül Tigin Güney Yüzü’nde de görülmektedir.
Bilindiği gibi Türkçe anlam kökleri için en önemli kaynakların başında Orhun Abideleri gelir. Metinlerde vakıayı anlamlandırma kurgusuna dikkat edildiğinde “uçtu, uçup gitti” tabirleri “iyilerin” sonunu veya iyi ölümleri ifade etmek için kullanılırken ölüm kelimesi “ölteçiçe, ölür ve ölti” vd. şeklilerde geçer.
Yazıtlardaki anlam bütünlüğü içerisinden baktığımızda “uçtu–ölti” ayrımının özel bir tercih olduğu görülecektir. “Kötü”lerin ve gafillerin ölümü için “ölti” sözcüğünün özellikle tercih edildiği anlaşılmaktadır. “Uçup gitti” ifadesinde ise il’e hizmet ederek Töre’yi iyi kuranların “kut”landığını anlıyoruz.
“Uça barmak” ifadesine gönül gözüyle ayrıca bakmak lazım. Beden sınırlarından çıkılarak ayak basma mecburiyetinden azade olunacaktır. Artık uçma vaktidir. Ten bir kuş kafesi, can ezelden beri uçma heveslisidir. Menzil ise geldiği yerdir.
“Babam Kağan böylece ili, Töre’yi kazanıp uça varmış.” ibaresinde canın tenden uçması, Töre’ye bağlılıkla hak edilen bir kutlu maceranın virgülüdür. “Uça barmak”la ifadesini bulan anlama, bugün biz “şehid olmak” diyoruz.
Günümüzde ulaştığımız fizik bilgisi; bir şeyin uçabilmesi için öncelikle fazla ağırlıklarını atması, sonra yeterli hıza ulaşması halinde yerçekiminden kurtularak yükselme ivmesi kazanabileceğini söylüyor. Çözümlemeye çalıştığımız metindeki vurgu da aynı denklem üzerine kurulmuştur. Zulmü bertaraf ederek fazlalıkları atıp il (devlet) kuran can, Töre’yi işleterek daha kafesteyken uçma istidadıyla donanmıştır. Asırlar sonra Mekke’li Yetim Can’ınımızın; “Uçmadan önce uçunuz.” öğüdüne bir de Bilge Kağan’ın penceresinde bakmak gerekiyor.
Orhun Yazıtları’nda can bedenden “uçtu” diyen kişioğlunun torunu da “Âşık öldi diyü salâ virürler / Ölen hayvândurur âşıklar ölmez” diyerek yüzlerce yıl farka ve binlerce kilometre uzaklığa rağmen aynı manayı terennüme devam eder.
Klasik Türkçe metinlerde sıkça rastladığımız “can kafesi” metaforu, edebiyatımızda halâ kullanılmaktadır. Hoca Ahmed Yesevi de Divan-ı Hikmet’te kafes-kuş eğretilemesine başvurmuştur. Pîr-i Türkistan’a göre; can bir kuş, beden ise içinde tutulduğu kafestir:
“Bu kafesni tûtîsi pervâz itedür uçkeli
Bir karanğu şulesiz yirge baradur dostlarım”
(Bu kafesin tûtisi havalanmakta uçmaya
Bir karanlık şulesiz yere varmakta dostlarım)
Âşık Paşa ise Garib-Nâme’sinde ten kafesindeki hikmet yolculuğunu can (gönül) kuşunun kanat çırpması olarak görür. Âşık Paşa’nın birkaç dizeyle kurduğu muhteşem denklem çok dikkat çekicidir. Sanal mülkiyet algısından azad olmak, can-ten birlikteliğindeki hikmetin kavranmasıyla mümkün olacaktır. Bu denklem, aslında özgün itikadi üslûbun geliştirdiği özgürlük estetiğidir. Aynı zamanda Garib-Nâme’nin bu beyitleri bipolar, panik atak, anksiyete bozukluğu vb. çağdaş hastalıkların tedavisi için somut reçete özelliği taşımaktadır.
Cân-ıla ten hikmeti üküş-durur
Ten kafasdur cân içinde kuş-durur
Muntazırdur cân kafas kaçan sına
Âzad ola gide kendü mülkine
Işk getürdü cânı tende eğledi
Âkıbet cân kendü mülkin ögledi
Edebiyatımızın her türünde gönül bir kuştur. Her işte hikmet arayan erenler dergâhının ulu pirleri, kimi zaman uçmayı da bir karara bağlamak isterler. “Bir kararda durmayalım / Kalk gidelim dosta gönül” diye feryad ederken yolculuğun türlü tuzaklarla dolu olduğuna işaret etmeyi ihmal etmezler. Teslim Abdal; “Gel ha gönül havalanma / Engin ol gönül engin ol” derken mülkiyet algısının sahteliği sebebiyle uçuşun hüsranla neticelenebileceği ikazında bulunur.
Hatayi de neva (karar) makamından seslenir:
“Var imdi var imdi var senin olsun
Bir karârı bütün yâr senin olsun
Eğer havalanıp yüksek uçarsan
Yerlerden yukarı gök senin olsun
Mürvet deyüb alçaklara inersen
Bu yeter başına yer senin olsun”
Pir Sultan da yüksekten uçmanın; muhabbete mani, Töre’ye aykırı olduğuna işaret eder:
Pir Sultan’ım katı yüksek uçarsın
Selamsız sabahsız gelir geçersin
Dilber muhabbetten niye kaçarsın
Böyle midir yolunuzun Töre’si
Erenlerin uyarısından payımızı alarak uçma arzusuyla yanıp tutuşan gönül kuşunun diğer “marifetine” dikkat kesilmekte fayda var.
Kuşların başlıca yeteneği uçmak iken diğer yetenekleri de ötmektir.
Ötmek, Türkçemizde dua ve zikir anlamına da gelmektedir. Yani gönül kuşunun dili ötelerin dilidir.
Öte, ötmek/ötemek (geçmek, aşmak karşı yaka) bir yerden başka bir yere varma.
Öt- kökünden türeyen birçok kelime var: ötmek, öte, ötüken, ötürü, ötüşmek, ödemek, ödenek, ödev…
Etimoloji sözlüklerine göre bugün Ödemiş ilçesi olarak bildiğimiz adlandırma da Otamış adlı Türk boyunun yerleştiği yöreyi işaret ediyor, otamış/ötemiş-ödemiş. Ödün ve ödünç sözcükleri de aynı kökten gelirler.
Karabudun Türkleri, ölüm haberi aldıklarında “Şunkar (doğan-şahin kuşu) boldı.” derlermiş yani kuş olmak. Bir de “Kergek (bıldırcın) bolmak.” var aynı anlamda. En eski Türk destanlarında kahramanlar ölmeyip “uçup gitmekte” ve “gök saraya” yerleşmektedirler.
Türk kültüründe kuşların özel bir yeri vardır. Kuşlar, uçabilme özellikleriyle özgürlükten kaynaklanan gücü sembolize etmektedir. Orhun Abideleri’ndeki kartal kabartması, bu düşüncenin ne kadar eski olduğunun kanıtıdır. Hatta kartal motifinin bir özgürlük simgesi olarak Batı’ya Türklerden geçtiği söylenir.
En çok kullanılan kuş ad ve sembollerinin başında akdoğan, kartal, turna gelmektedir. Bülbül ise ayrı bir başlık altında görülebilir. Bahattin Ögel, Selçuklu sultanlarından Tuğrul ve Çağrı Beylerin adının yırtıcı kuşlardan geldiğine işaret eder. Türk kültüründeki kuş adları ve semboller, başlı başına bir konu. Bu denememizin sınırları içinde bu kadar bilgiyle yetineceğiz.
Türk İnanma ve Anlama Modeli ufkundan hareketle uçmak sözcüğü ve çevresinde sözün ötesine odaklanmaya çalıştık. “Uçma, uçup gitti” metaforunun kadim Türk ontolojisindeki temel çağrışımı Töre’ye bağlılıkla en köklü ifadesini buluyor. Diğer yandan burada örnek verdiğimiz metinlerde en göze batan husus olarak uçmak fiili üzerinden ontolojik bütünlüğe bağlı bir özgürlük estetiğinin geliştirildiğini tekraren ifade etmekte fayda umuyorum.
Son olarak Divan-ı Hikmet, Kutadgu Bilig, Yunus Emre ve daha sayamayacağım birçok temel eserde geçen Arapçadan aldığımız “cennet” anlamında kullanılan uçmak sözcüğüne kısaca değinmeden geçemeyeceğiz.
Elimizdeki kaynaklar Sanskritçe kökenli uştmah, Sogdca kökenli uçmağ/uçmak sözcüklerinin klasik metinlerimizde birebir cennet karşılığında kullanıldığını gösteriyor. Fakat Türklerin, Müslüman olmalarından sonraki uzun yıllarda da yazılı metinlerimizde cennet yerine “uçmak” sözcüğünü özellikle tercih ettiğini görüyoruz.
Gerek Pîr-i Türkistan’nın gerek Balasaganlu Yusuf’un Arapça ve Farsçaya vakıf olduklarını biliyoruz. Muhtemeldir ki Âşık Paşa ve Yunus Emre de bu dilleri bilmekteydiler. Hatta Farsça ve Arapçanın ağırlık kazandığı 17. yüzyıla kadar ediplerimizin önemli bir kısmının bu dillere vakıf oldukları malum. Buna rağmen eserlerinde cennet ve cehennem kelimeleri yerine ısrarla uçmak ve tamu tercihini kullandıklarını görüyoruz. Bu yaklaşımın iki sebebi olabileceği kanaatindeyiz: Birincisi; Türkçenin tıpkı Müslümanlığın özünde bulunan varlık anlayışını, bünyesinde kendiliğinden taşıyor olması ve bu sebeple de erenlerin, anlamanın öznelliği ile anadilin önemini ilişkilendirmeleri. İkincisi; uçmak ve uçmağ arasındaki ses benzerliğini ilahi bir armağan olarak görüp kelimeler arasında sezgisel bir sebep-sonuç ilişkisi kurmaları “olabilir.” Bu çağrışımın gücüyle her iki sözcük arasında şuuraltında kavramsal bir özdeşlik kurulmuş olabilir düşüncesindeyiz.
Yazıyı Karamanlı Nizami’nin, sözünü ettiğimiz ilişkiyi çağrıştıran bir beyitiyle bitirelim:
Gönlüm uçup kûyuna varmak diler
Dünyede kimdür ki uçmağ istemez
Kaynaklar
Hayati BİCE – Hoca Ahmet Yesevi, Divanı Hikmet – Kültür Bakanlığı Yayınları
Muharrem ERGİN – Orhun Abideleri – HİSAR Kültür Gönüllüleri 2003
Ruhi ERSOY – Türklerde Ölüm ve ölümle ilgili Rit ve Ritüeller – ÇÜ Türkoloji Araştırmaları Merkezi
Sadeddin Nuzhet ERGUN – Hatayi Divanı – İstanbul Maarif Kitabhanesi
Gökmen Mor – Divan-ı Lûgati Türk’te Kuş Adları Üzerine Bir İnceleme – Social Science Studes 2016, Cilt 4, sayı 7
İbrahim KAFESOĞLU – Türk Milli Kültürü – İstanbul 1997 Ötüken Yayınevi
Karamanlı Nizami Divanı
İsmet Zeki EYÜBOĞLU – Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü – 2017 Say Yayınları
TDK Büyük Türkçe Sözlük – Türk Dil Kurumu Yayınları 2011
Uluslararası Türk Dünyası Araştırmaları Sempozyumu Bildirileri – 02-04 Haziran 2016 Priştine/Kosova – Sempozyum Özel Sayısı
Bahaeddin ÖGEL – Türk Mitolojisi I – Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları
Mustafa TATÇI – Yunus Emre Divanı – Kültür Bakanlığı Yayınları
Prof. Dr. Kemal YAVUZ – Aşık Paşa, GARİB-NÂME – Kültür Bakanlığı Yayınları