Bir önceki yazımızda ad, adım, ayrılık üzerinden kurduğumuz denemede “İnsan, ayrılığın farkında olandır.” diyerek her adımın ayrılık olduğunu izaha çalışmıştık. Bu merhalede ayrılığın izafiyetini vurgulamak gerekiyor. Çünkü her adım aynı zamanda bir önceki adımla olan zorunlu bağlantısı gereği öze yaslanmaktadır. Türkçe ile ifade imkânı bulan varlık anlayışı, adımları ve ayrılıkları ada bağlayarak inanma üslûbunu özgün bir açıyla yürütüyor. Başka bir anlatımla; her adım, yaratışım niteliği taşımaktadır.
Bu ontolojiye bağlı inanma ve anlama üslûbu, asgari şuuraltı düzeyde de olsa, dil yoluyla tevarüs ediyor. Fakat Türkçe dâhil hiçbir dil, söz ve yazı marifetiyle de olsa gönülde yaşayan hakikati kâmilen ifade edemez. İnsan, dili kullanarak varlık anlayışı hakkında bir bakış ve duruş geliştirme imkânı bulur. Geliştirilen bu tavır, hayatın bütün alanlarına nüfuz eden bir güzellik anlayışı doğurur. Bilim, sanat, siyaset, iktisat, felsefe ve diğer alanlarda ortaya çıkan ürünler her hâlükârda bu güzellik anlayışının ürünü olacaktır. Dil düşünceyi tetiklerken bir yandan da inanma ve anlamayı kodlayarak gerçeği ancak olabildiğince söz ve yazıya aktarmayı mümkün kılar. Buradan da hareketle hangi dil üzerinden olursa olsun sembollerin durağan öznelere dönüştürülerek tabulaştırılması, hakikat anlayışını yaralayan en korkunç yanılsama olarak karşımıza çıkar.
Kökenbilim ve buna bağlı semantik (anlambilim) çalışmaları ba:rmak, ba:kmak, ba:ğlamak sözcüklerinin ba1 ses kökünden türediklerinde hem fikirdirler. Buna göre bar, bak ve bağ-bay kökleri özdeştir. Bizde zaten denemelerimizde kökteki sese yüklenen anlam’a odaklanarak yürümeye çalışıyoruz.
Bar kelimesi b/v dönüşümüne uğrayarak Türkçede var ile başlayan çok zengin bir sözcük öbeği oluşturmuştur. Varlık, varlıklı, varmak, varış, varsıl, varoluş, varsayım, vardırmak vd. Barınmak, barındırmak, barınak ve barışmak sözcükleri de aynı köke bağlıdır. Her ne kadar gitmek anlamına gelen varmak sözcüğü hakkında bazı dilbilimciler farklı bir kökten gelme ihtimalinden bahsetse de biz varlık ile varmak sözcüklerinin aynı kökten türemiş olduğu kanaatindeyiz. Türkçenin içinde yürüyen özgün inanma üslubu, bu düşüncemizin pekişmesini sağlamıştır.
Bakmak, bakış, bakışmak, bakınmak, bakım, bakımlı, bakımsız, bakıcı, bakımevi, bakı (fal) bakıncak (nişangâh) ve daha birçok sözcük bak kökenlidir.
Bağ kökünden türemiş bazı kelimeler ise şöyledir: Bağlamak, bağış, bağışlamak, bağlantı, bağımlı, bağımsız, bağlılık, bağlayış, bağdaşık, bağlam, bağıcı (büyücü) bağcık vd. Farsçadan aldığımız (ekili yer, tarla, yemiş bahçesi anlamına gelen) bağ kelimesinin Türkçede düğüm, birleştirme anlamına gelen bağ kök sözcüğüyle ilgisi yoktur.
Divan-ı Lügâti’t-Türk’te ilgili maddede “baqıldı, İş kendinge baqıngıl:amelinin sonucuna bak ve bunu düşün. Baqınür, baqınmaq.”4 şeklinde açıklanır. Bu açıklamada da bakmak, düşünme ve değerlendirmenin ilk adımıdır.
Günümüz Türkçesinde erkekleri niteleyen bay sözcüğü ile varlıklı, üstün anlamına gelen bay arasındaki anlam birliği hemen göze çarpar. Ayrıca bayındır (imar edilmiş, mamur) sözcüğü de yine bay kökenlidir. Bayat2 Türkçe klasik metinlerde Kadîm Tanrı’nın sıfatı olarak anılmaktadır. Tanrı’nın varlığının önü olmadığı anlamına gelen Bayat sıfatı, bay ve var sözcüklerinin aynı anlam köküne bağlı olduğunu ayrıca kanıtlar niteliktedir.
Bugün eskimiş ve günü geçmiş manasında kullanılan “bayat” aslen Arapçadan aldığımız beyat kelimesidir ve konuyla ilgisi yoktur. Yirmi dört Oğuz boyundan ikisinin adının Bayat ve bayındır olduğunu da biliyoruz.
Türkçe düşünme ve anlama denemelerimizde “hareket” zorunluluğunu en büyük farkındalık olarak gördüğümüzün anlaşıldığını umuyorum. Bu denememizde de ad, adım, ayrılık farkındalığının içeriğine odaklanmaya çalışacağız. Böylece ayrılığın farkına varmamızın ilk adımı olan bakmayı, bağlı olduğu anlam köküyle çözümlemeyi deneyeceğiz. Bu konuda Türkçe anlama denklemini bar, bak, bağ özdeş kökleri üzerinden geliştirip ayrılık sonucu farkına vardığımız varlığa nasıl baktığımız ve bu yöntemle düşünürken Türk dilinin hangi dinamiklerle bağlantı kurduğunu anlamaya çalışacağız.
Bakmak-Bakış
Bakmak; var(bar) olanlar arasındaki bağlantının farkına vardığımızı ifade eden ilk eylemin adı. Türkçeye göre varlığın görünür olmasıyla bakma imkânına kavuşmaktayız. Hareket halinde olan varlığa her yeni bakış, bir başka bağlantıyı keşfetmemizi mümkün kılmaktadır. Başlangıçla gelinen nokta arasındaki bağlar kopmadığı sürece zenginleşmek kaçınılmaz olacaktır. Dolayısıyla hareketin sürekliliği, fark eden için varlık alanında yeni ve geniş barınma olanakları sağlar. Nitekim Türkçedeki bay sözcüğü, varlıklı kimse anlamına gelmektedir.
Bakmak fiili, bar köküyle özdeşliği itibarıyla varlığı anlamaya doğru ilk yöneliş eylemi olduğunu kendiliğinden ifade eder. Kutadgu Bilig’de baka, bakıp, bakmak, bakın, bakış vb sözcükler sıklıkla kullanılır. Kullanıldığı bağlama göre düşünmek, dikkat kesilmek, odaklanmak, duraksamak, dokunmak, duyumsamak ve benzeri anlamları da içerir. Özellikle baka kör (bakagör) baka tur (bakadur) baka var (dikkat kesil) ifadeleri konumuz açısından dikkat çekicidir. Sağlıklı bir “bakış” daha iyi görmeyi sağlayacaktır. Bakmak, varlık karşısında ve içinde kendimizi nasıl konumlandırdığımızın ipuçlarını verir, anlama usûlünü kodlayarak itikadi duruşumuzun her bakışta yeniden şekillenebilmesine ön ayak olur. Yani güzel bir bakış açısıyla iki farkı bağlayan çizgi üzerinde denge ve uyum yakalanır. Üstelik hem fiziğin hem de düşüncenin yürütülmesi, ışık hızını aşan anlık bakışları zorunlu kılar. Bir anda bakıp, görüp değerlendirerek gereken bağlantıyı kuruyor; diğer ana geçiyoruz. Öyleyse Bayat Tanrı’nın bir an için varlık alanımızın dışında olduğu yanılsamasına kapılmak, ritim bozukluğuna yol açacaktır. Ritim bozukluğu yaşayan hastaların kardiyo grafiğinde görülen olağan dışı iniş-çıkışlar bize konuyu görsel olarak anlatmaya yardımcı olabilir.
bayat fazlıña bir baka kör sakın5191
neçe edgülük kıldı yetrü bakın”3
beyitlerinden birincisinde “bir baka kör sakın” ibaresi “Baktığını görmemezlikten gelme.” uyarısı olarak anlaşıyor. Alt metinde ise bakışın niteliğinin, görmenin kalitesine olan etkisi vurgulanmaktadır. İkinci beyitte geçen “yetrü bakın” ise Tanrı ihsanındaki hikmetin yeterince değerlendirilmesi gerektiğini dile getirir. Buradaki alt metinde ise “bakın”mak, kelimenin tam anlamıyla öze yöneliktir yani Tanrı evi olan gönül ocağına. Ayrıca sakın ve bakın vurguları, beyitleri fonetik olarak güçlendirmekle kalmaz; Tanrısal erdemin görülebilmesi için insanın öze bakınması ve yabandan sakınması öğütlenir. Böylece görmenin ilk adımı, bakmak olarak tarif edilebilir. Anlam kökünü dikkate aldığımızda her bakışta karşımızda varlığın bir başka durumu ile muhatap olunur. Hareket dolayısıyla her durumda bir konumdan söz edilebilir, bu da her bakışın yeni görüş ve anlamlar içereceğini gösterir.
“Yitmiş iki dil seçdi aramuza söz düşdi
Ol bakışı biz bakduk yirmedik ‘âm u hâsı”5
Yunus Emre, kendi bakışını şüpheye yer bırakmayacak şekilde itikadî bir tavır olarak izah eder. Yunus’un bakışındaki evsafın, her tür sınıfsal ayrımdan azade estetik bir tercih olduğu özellikle göze çarpıyor.
Âşık Paşa’nın dizeleri ise bakıp görebilme sırrının birlik anlayışında yattığını söyler:
“Âkıl-ısañ birlige ulaşıgör / Ne ki devlet var-ısa birlikdedür
İkiliksüz birlik eyle yâr-ıla / Yârlıgı başarmayasın ‘âr-ıla
Yârlıg-ıla hak yolına giresin / Birlig-ile hak didârın göresin
Nitekim birlik kılanlar buldılar / Bakmaga dîdâra lâyık oldılar”5
Özdeş anlam köklerine bağlı bulunan varlık, bakmak, bağlamak üzerinden bakma fiili hakkındaki çözümleme denememiz, bizi ister istemez bağlama yönlendirmektedir.
Bağlamak-Bağlantı
Türkçe düşünerek devam edersek bakmakla görmek arasındaki ilişki biçiminin ayrıntılarını; bağlantı, bağlılık, bağımlılık ve bağımsızlık tanımlarında olumlu-olumsuz yanlarıyla gözlemleyebiliriz. Bağ tanımı da var köküyle anlam özdeşliği icabı, kadim ontoloji üzerinden varlığın özüne atıf yaparak ortaya çıkar. Bakarken kurulan bağlantılarda öze dair gözlem derinliğine ulaşılamaması, varlığın bütüncül yapısının görülememesi sonucunu doğurur. Bu yanılsama, bağlamdan kopmak anlamına gelecektir. Böylelikle sanal mülkiyet algısı olumsuz bir bağımlılık biçimlemesiyle birlik ve bütünlük körlüğünün temel nedeni olarak düşünceye de yerleşir.
Akıl melekesinin temel amacı olan anlamanın, farklar arasında bağ kurularak gerçekleştiğini biliyoruz. Fakat iki fark arasında ışık hızıyla ölçülemeyecek kadar hızlı bir lahzada kurduğumuz bağlantı için görünür varlık alanında bir mekân söz konusu olamamaktadır. Bu ayrıntı bizi, bağlantının yokluk üzerinde kurulduğu düşüncesiyle baş başa bıraktı. Sanki her var, bir yok ile birbirine bağlanmaktadır. Burada sözü sevgili Yunus’a bırakalım:
“Bu tevhîd tonını geyen varlıgını yoga sayan
İş bu yola kâyım turan mutlak bilün ol er durur
Ol işler tamâm olıcak ol düzenlik dirilicek
Gözün hicâbın silicek yir-gök tolu dîdâr durur
Yûnus derdile girüben ‘ışkun yolında dem-be-dem
Varlıgın yoga sayuban ma’şûka intizâr durur”
…
Bir başka beyitte yine aynı birlik vurgusuyla karşılaşıyoruz:
“Nefsünün varlıgını ‘akl-ı külle ulaşdur
Varlıgun yoga degşür cevher ol olma muhâs”
Aşağıdaki dizelerde ise Yunus, ayrılığın sanallığına işaret ederek varlık-yokluk ikilemini aşar:
“Varlıgum yokluga degşürmişem ben
Bugün câna başa kalmazam ayruk”6
…
Bakmayı çözmeye çalışırken kullandığımız ritim metaforu, Yûnus’un; “ışkun yolunda dem-be-dem” deyişiyle karşımıza çıkıverdi. Yunus, varlığını yokluğa değiştiği üzerinde ısrarla durarak sanki sonsuz bir devinimden söz etmektedir.
“Eski Türklerde ölüm hâlinde yas törenleri yapılır, kırlarda ise ölünün bulunduğu çadırın etrafında sür’atli atlarla dolaşılır; saçlar kesilir, saç-baş dağıtılır, yüz, kulak bıçakla çizilerek kan akıtılır; ölenin atları, kuyrukları kesilerek kurban edilir, ayrıca yemek verilirdi. Bu törenlere ‘yoğ’ deniyordu.”10
“Türkçe Uçmak” adlı yazımızda Orhun Abidelerinde bizim bugün kullandığımız şehit kavramıyla eş anlamlı sayılabilecek “uçup gitti” ifadesinden anlaşılacağı üzere Türkler ölüm sonrası hayat inancına sahiptiler. Cenaze için düzenlenen törenlerin “yoğ” olarak adlandırılması “yokluk” kavramının, eski Türk inanışında çok daha derin çağrışımlarla karşılık bulduğunu gösteriyor.
Türkçe yokluk kelimesi, yoğunluk ve yokarı (yukarı) sözleriyle aynı köke dayanır.7 Her ne kadar TDK Büyük Türkçe Sözlük “yokluk” kelimesini “varlık” sözcüğünün karşıtı8 olarak açıklasa da bu tanım, ilk anlamının en sığ katmanında bile yetersiz kalacaktır. Yok- köküne dayanan yokarı sözüyle net görüş alanı dışına çıkış ve gözlemlemeyi zorlaştıran bir irtifadan söz edilir. Yokuş ise insanda dinamik halde bulunan enerjiyi beden dışına çıkmaya zorlar, böylelikle enerji ölçülebilir bir şekilde azalarak kontrol alanı dışına dağılır. Ancak bu dağılışı insan gözüyle görmek mümkün olamamaktadır. Yokuş yukarı yapılan yürüme eylemi enerjinin form değiştirerek varlık alanında çıplak gözle teşhisi mümkün olmayan yokluk alanına yönlenmesine yol açar. Yoğunluk ve yokarı kelimesinin yok-yog köküne dayanması, bizi Türk anlamasının; yokluğu varlığın karşıtı değil, yoğunlaşmış bir formu olarak ele aldığı düşüncesine götürür. Hatta varlık ve yokluk; kavramsal olarak iç içe geçmiş, birbirinden ayırt edilemeyecek bir teklikle daha anlamlı bir hale kavuşmaktadır. Nitekim yok kökünden türeyen yoklamak sözünü “varlık alanında o anda görüş mesafesi dışında olanı aramak” anlamında kullanmaktayız.
Yunus’un “dem-be-dem”i, yakalanan ritmin birlik vuruşunu ifade ediyor gibidir. Öyle ki varlık ve yokluk, bir ikilik değil; aksine birlik ve bütünlük oluşuyla yürümektedir. Sanki olmaklık, var-yok, var-yok ritmiyle bizim için ancak anlaşılabilir olabilmektedir.
Düşüncenin bu aşamasında Yûnus’un; “Bir dem gelür güm-râh olur, miskîn Yûnus hayrân olur.” mısraına hiç yorum yapmadan dikkat çekmek istiyorum.
Günümüz Türkçesinde “değil” anlamında kullandığımız mucizevi bir sözcük olarak “yoksa” sözü ile karşılaşıyoruz. “Yok”a iliştirilen “ise” eki ile yaratılmış “yoksa” sözü; “Bu var’ ı yok sayıyorsak başka bir yok’u var sayalım mı?” sorusunun tam da kendisidir.
Türkçe; var olmak ve yok olmak derken aynı “olmak”lığın farklı biçimlerini işaret ediyor, diyebiliriz. “Şüphesiz siz halden hale geçeceksiniz.”11 ayetini birde bu açıdan da düşünmekte fayda var sanıyorum.
Buradan hareketle son olarak insanın bir “an”dan diğer “an”a geçerken kurduğu bağlantı, yokluğa bakarak gerçekleşiyor gibidir. Düşünürlerin ve özellikle sanatçıların sezgi olarak adlandırdıkları aşkın bilginin kaynağını acaba “yokluğa bakış”ta mı aramalıyız?
Masallarımızın “Bir varmış, bir yokmuş.” ile başlamasının altındaki sır perdesini de biraz olsun aralamış gibiyiz sanki.
Barınmak – Bayındırlık
Çok sıradan görünmesine rağmen barınmak sözü Türk dilinde özgün varlık algısının hayata ne derinlikte nüfuz ettiğini gösterir.
İnsanoğlunun dünya hayatı gereği karşılaştığı olumsuz hava koşulları, yabani hayvan tehlikesi ve benzeri durumlar, temel güvenlik ihtiyaçlarından biri olan barınağı zorunlu kılar. Türk muhayyilesi bu ihtiyacın gereği olan temel yapıyı adlandırırken taş veya ağaç gibi herhangi bir yapı malzemesini esas almak yerine varlığın içinde bizzat ‘var’a sığınmayı tercih ettiğini gösteren barınak sözcüğünü yaratmış. Barınmak sözcüğü ‘var’ aslına dayanarak insanın varlığın bütünlüğünün bir unsuru olduğu idrakini ifade eder. Toplumsal yaşamın çeşitlenmesiyle birlikte eğitim, üretim, beslenme ve diğer sosyal gereksinimler insanı mekânı düzenlemeye zorlar. Bu işin adı da Türkçede bayındırlık faaliyeti olarak adlandırılır. Yine kelimenin kökünden hareket edersek bayındırlık sözü Türk dilinde varlığın aslına sadakat hassasiyetini de gözler önüne serer.
Barışmak – Varışmak
Bize göre barışmak da b/v dönüşümü ile varışmakla eşanlamlıdır. “Aynı vardan var olmak”’ gibi yüksek bir şuurunun eseri olan sözcük, anlam kökü itibarıyla insanoğlunun “bir tarağın dişleri gibi” eşit olduğuna da işaret eder. Barışmak kavramına var köküne dikkat kesilerek yaklaştığımızda barışın önündeki en büyük engelin sınıf ve mülkiyet olduğu gerçeğiyle karşılaşırız. Varlığı sınıflara ayırarak parçalayan ikili dünya görüşü, hemen akabinde güçlülerin güçsüzleri mülk edinmesi sonucunu doğurur. Oysa barış, bu düalizmin bertaraf edilmesiyle ulaşılabilecek bir hedeftir. Köleci varlık anlayışıyla malûl sınıfçı kültürlerin barışı (İslam) bir din olarak hangi kotalarla kabul etmiş olabileceklerini, okuyucunun takdirine bırakıyoruz.
Varmak, bakmak, bağlanmak, barınmak ve barışmak kavramları üzerinden düşünmeyi denedik, doğal olarak yoklukla karşılaştık. Şüphesiz varlık, yokluk ve oluş; düşünce tarihinin devasa bir konusu. Bu yazılarda mümkün olduğunca her türden ithal felsefi ve “dini” angajmanlardan azade Türkçe düşünmeyi deniyoruz. “Hatalar müellifin, doğrular Tanrı’nındır.” diyerek yazımızı Esîrî’nin o enfes beyitiyle noktalayalım:
Ne kim vardur cihânda Haķk’dan olur
Haķk’uŋ emriyle bir ân yoķdan olur
Esiri
- Dr. Ferruh Ağca, Eski Türkçede Varlık ve Yokluk İşaretleyicilerinin (ba:r, yo:k) Gramerleşme Süreçleri, Dil Araştırmaları, sayı:16 Bahar 2015
- Sait Başer, Kök Tengri Gök Tanrı’nın Sıfatlarına Esmaü’l Hüsna Açısından Bakış, (2011) İrfan Yayınları
- Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, Kültür Bakanlığı Yayınları
- Kaşgarlı Mahmut, Divanü Lûgati’t Türk, Kabalcı Yayınevi
- Dr. Kemal Yavuz, Aşık Paşa, Garib-name, (2000) Kültür Bakanlığı Yayınları
- Mustafa Tatçı, Dîvân-ı Yûnus Emre, Kültür Bakanlığı Yayınları
- İsmet Zeki Eyüboğlu, Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü, (2017) Say Yayınları
- TDK, Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları (2011)
- Hüseyin Bin Ahmed [Esîrî], Dîvân-ı Firâk-ı Esîrî, Kültür ve turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü
- Dr. İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ötüken Neşriyat
- İnşikak/19, Kur’an-ı Kerim Türkçe Meali, Diyanet İşleri başkanlığı yayınları