“Göklerde ve yerde kim varsa ondan ister. O, her an yeni bir iş ve oluştadır.”
RAHMAN-29. Âyet
Osmanlı redd-i mîrâs yapmadı. Yapsaydı eğer o büyük medeniyyet sentezine ulaşamaz ve beşeriyyete yaptığı katkıyı yapamazdı. Selçukluyu reddetmedi, mîrâsına sahib çıktı ve korudu. Fakat onu, aldığı şekliyle sürdürüp geçmişteki hâl ve terkibiyle de yaşatmayı düşünmedi. Zaman başka bir zamandı ve Selçuklu da zamandan çekilmişti artık. Bir değeri geçmişteki hâl ve terkibiyle devam ettirmeye çalışmak, mâzîyi bir asr-ı saâdet telâkkisiyle benimseyip kutsamaktı. Bu, bir nehir gibi akıp geçen hayâtın içinde kültürü belli bir zamana hapsedip statikleştirerek âtıl bir derekeye düşürmekten başka bir şey değildi.
Osmanlı’nın yaklaşımı ne Selçukluyu inkâr ne de mâzîye ihânetti. Bu bir redd-i mîrâs da değildi. Sonuçta kazanan Osmanlı oldu. Geçmişe değil de içinden geçilen zamana ayarlı her hamle, onu daha yüksek bir medenî irtifâya eriştirdi. Böylelikle Selçuklu da kaybolmadı, eskisinden daha üstün bir kavrayışla Osmanlı da yaşamaya devam etti. Karahanlı-Gazneli-Selçuklu ve Osmanlı’da var olan hep aynı rûhtu. Selefinin ayak izlerini takîb eden fakat onu aslâ tekrar etmeyen bir güncelleme ve kendini aşma cehdi içinde medeniyyet koşusuna devam etmek…
Osmanlı bunu yaparken kendi geçmişini üstün tutup başka kültürleri dışlayan bir tavır içerisinde de olmadı. Ve sadece kendi köklerinden de beslenmedi. Zıddını bile büyük bir ustalıkla medeniyyet harcına karıştırmayı bildi. Kompleksleri olmayan bir kültürün rahatlık ve emniyeti içinde hareket etti. Bu tavır, her şeyden evvel kendini bilme ve yüksek bir idrâk ediş seviyesinde olmanın neticesiydi.
Önyargı ve etnosantrizmden kaynaklanan eklektik bir tutum içinde olmak, onun meşrebinde yoktu. Kendi işine yarayanı korkusuzca almayı bildi. Ama onu medeniyyetinin potasında eriterek üzerine kendi kaşesini de bastı.
Osmanlı, İstanbul’u aldıktan sonra Ayasofya’yı yıkmadı. Moğolların yaptığı türden bir kültür ve medeniyyet katliâmına girişmedi. Haçlılarınkine benzer bir yağma ve vandallık örneği sergilemedi. Doğu Roma’yı yalnızca siyâsî planda ortadan kaldırdı, mîrâsına ise büyük bir vukuf ve cesâretle sahib çıktı. Onu geçmişten geleceğe doğru yol alan medeniyyet treninin seçkin bir kompartımanı olarak gördü. Yıkmamasının gerçek sebebi ise onu aşamayacağına dönük bir endişesinin olmamasıdır. Bu, fethin gerçekleştiği günlerde onu aşabilecek bir kültürel ve sanâtsal kudrete sahib olduğu anlamına gelmez. Fakat onu istikbâlde aşacağına dönük inancı tamdı. Bir muvâzene ve itidâl medeniyyeti olan Osmanlı; askerî ve siyâsî sahada yendiği Roma’yı, kültürel ve sanâtsal alanda da yeneceği günün gelmesini sabır ve sükûnetle beklemiştir. Böyle bir bakış açısına sahib olduğu için de fethettiği ülkelerin kültür ve sanâtına kasdedmemiş, bilâkis onlarda gördüğü üstünlüğe hâk ve hakikat nâmına şapka çıkartmıştır. Belki de Osmanlı’nın en müsbet özelliği, benliğindeki hâk duygusu ve bir başka emsâli olmayan kendisine karşı duyduğu bu özgüven hissidir. Medeniyyetimizin fârıkası olan bu özellik, onun emsâllerine olan üstünlüğüdür de aynı zamanda.
Peki, Cumhûriyyet redd-i mîrâs yaptı mı gerçekten? Cumhûriyyet’in redd-i mîrâs yaptığını söylemek, bir kuru ezberin tekrarından ibârettir yalnızca. Evet, buna yönelmiş, deklâre etmiş fakat yıktığının yerine yenisini koyabilme becerisinden mahrûm bulunduğu için yine çaktırmadan selefinin gölgesinde nefes alıp vermeye devam etmiştir.
Birçok sahada bu böyledir. Dil devrimi yapmaya kalkmış, lügâtlerden attığı kelimelerin yerine köksüz ve uyduruk olanlarını koymuş fakat bir süre sonra onlarla yürümenin zorluğunu görerek geri adım atmıştır. Cumhûriyyet, Osmanlı’dan intikal eden hukuk dilini bile 2000’li yılların başına kadar güncelleyememiş, üççeyrek asır eskinin mîrâsıyla idâre etmiştir.
En büyük zaferi müstevlîye karşı değil de kendi târihine karşı kazanmakla övünen Cumhûriyyet, zaferinin marşını bile tasfiye ettiği Osmanlı’dan almıştır. Birinci Dünya Harbi’nde Kafkas Cephesi’nin kahramânlarına ithâfen yazılan “Kafkasya Marşı”nın üzerinde küçük değişiklikler yaparak “İzmir Marşı”na çevirmiştir. Orijinal bir eser ortaya koyamamış, zaferini bile reddettiği selefinin mîrâsını yağmalayarak tebcîl etmiştir.
Gelelim bir kültürün en açık ve kesin ifâdesi olan mîmârîye. Selçuklu ve Osmanlı eserleriyle cumhûriyyet devri mîmârisini bir kıyaslayalım: Terkîb ile taklîd arasındaki fark bir bakışta göze çarpar. İdrâk yoksunu olmayan her vicdân sahibi aradaki uçurumu hemen görür.
Selçuklu da Osmanlı da özgündüler. Her şeyden önce şahsiyyet sahibiydiler. Bugün Anadolu’da gezerken târihî bir câmi ile karşılaştığınızda onun hangisinden yâdigâr olduğunu hemen anlarsınız. Cumhûriyyet devrinde yapılan câmilere ve diğer bayındırlık eserlerine baktığınızda ise selefinin gölgesine sığınmış bir taklîd ve şahsiyyetsizlik nümûnesi görürsünüz.
Selçuklu’nun seciyyesini yansıtan kendisine hâs bir üslûbu vardı. Osmanlı da yine son derece orijinal ve bugün bile bütün dünyanın hayrânlığını celbeden özgün bir karaktere sahipti. Çağlarının sahibiydi her ikisi de. Peki, ya Cumhûriyyet? O da selefleri gibi kendi zamanına hükmedebildi mi?
Ne mümkün! Cumhûriyyet’in başkentine kondurduğu Kocatepe dahi Osmanlı mîmârisinin görkemli bir kopyası olmaktan öteye geçememiştir. Zamana hâkim olma ve kendindeki farklılığı keşfederek şahsiyyetini bulma zâviyesinden bakıldığında hiçbir özgünlüğü yoktur. Osmanlı mîmârisinin basit ve ucuz bir taklîdi olan emsâllerinden yegâne üstünlüğü, selefinin hayli mutenâ bir taklîdi olmayı başarmış bulunmasıdır. Cumhûriyyet; milletin sadece hayâtından değil, hissiyyâtından bile kovmaya çalıştığı devirlerin adı konulmamış bir mukallidi olabilmiştir ancak.
Yapımı yıllar süren ve diğerlerinin aksîne halk tarafından değil de bizzât devlet eliyle finanse edilip inşâ olunan bu devâsâ eser, Cumhûriyyet’in redd-i mîrâs yapmaya çalışsa da yapamadığının tescîli gibidir. Üst perdeden ecdâda reddiyye yazarken sessizce mâzînin gölgesine sığınmanın taşa kazınmış mührüdür Kocatepe.
Yüksekçe bir apartmanın terasından Ankara’ya bakıldığında, başkentin silüetini oluşturan eserler arasında iki tanesinin fazlasıyla öne çıktığı görülür. Biri, eski Yunan tapınaklarının çağdaş bir versiyonunu andıran Anıtkabir; diğeriyse Osmanlı mîmârisinin mutântan bir taklîdi olmaktan öteye geçememiş Kocatepe.
Etkilendikleri kaynak farklı da olsa ikisi de süzme taklîd olan bu eserler, aynı zamanda cumhûriyyet târihi boyunca sürekli çatışma hâlinde olan iki zihniyeti temsîl eder.
Bir zamanlar bir siyâsî parti liderinin, muhâliflerini tanımlarken kullandığı “taklitçi zihniyet” tabîri özü itibâriyle doğru da olsa işâret ettiği zihniyeti bütün unsurlarıyla ihâta etmek bakımından nâkıstır. Bu tabîr, o merhûm şahsiyyetin kasdeddiği gibi sadece Batı’ya hayrân kitleleri tanımlamaz. Kendi geleneğinin sâdık ama kör ve şuûrsuz bir takîbçisi olan kesimler de bu kavramın şümûlü içine girer.
O merhûm şahsiyyet, bu sözüyle şüphesiz Batı’ya angaje zihinleri kasdediyordu. Oysa Batı’yı taklîd, cumhûriyyet devri taklitçiliğimizin yalnızca bir yüzüydü.
Rûh köküne dayanarak yaşamaya çalışan fakat onu geçerliliğini yitirmiş bir ezber üzerinden tekrarlamaktan ileri gidemeyen muhâfazakâr kitle yani toplumun ana omurgası da sahib olduğu değeri zamanının şartlarına göre güncelleyemediği için kendi târihinin basit ve satıh üstü bir taklitçisi olmaktan öteye geçememiştir. O itibârla geleneği müdâfaa eden kitleler de büyük ölçüde tabîrin kapsamı dâhilindedir. Yani her iki kesim de mukallittir. Biri kutsadığı Batı’yı, diğeriyse körü körüne hayrânı olduğu kendi mâzîsini kopyalamıştır.
Cumhûriyyet devrinde kendi benliğini inkâr şeklinde gelişen Batıcılık, muhâfazakâr kitlelerin tepkisini çekmiş ve toplumun ana omurgası şiddetli bir taassub ve karşı koyuşla varlık sebebine sarılmıştır. Fakat bu sahib çıkış, bir reaksiyon psikolojisi üzerinden gelişerek satıh üzerinde kaldığı; anlama, tahkik ve yüksek bir idrâk ediş seviyesinde kıvam bulamadığı için bir eski zaman ezberinin üzerine oturmuş, kovanın içindeki durgun suyun bir süre sonra işe yaramaz hâle gelmesi gibi zamanla etrafına yaydığı tatlı râyihayı kaybetmiştir.
Bugün inşâ edilen câmilerin hiçbiri zamanla târihî eser kıymeti kazanamaz. Çünkü hemen hepsi mâzînin birer ucuz kopyası. Bir ideal dönem tasavvurunun ekşiyip tadını yitirmiş meyveleri onlar.
Hâlbuki Osmanlı’nın kudret asırlarından bugüne gelen eserlerin tamamı kültürel ve sanatsal bir güncelleme faâliyyetinin ürünü olup devirlerinin en modern mîmâri üslûbunu yansıtıyordu. Kendi çağlarından istikbâle gönderilmiş özgün bir mesajdı her biri.
Buna rağmen bazıları halâ kurtuluşun fabrika ayarlarına dönmekte olduğuna inanıyor. Bu ham hayâlin peşinde koşarken en az iki asrımızı fedâ ettiğimizi görmüyor. Koçi Bey’den Tanzîmât’a kadar geçmişi ihyâ ederek yeniden büyük olacağımızı sandık. Tanzîmât’tan Cumhûriyyet’e kadarsa düşmânın rengine boyanmakla kurtuluşun gerçekleşeceğine inandık. Son yüzyılımızsa bu iki zihniyetin kavgasıyla geçti. Bugün geldiğimiz noktada ise tam bir tükeniş içindeyiz. Zîrâ deniz bitti. Taklitlerin çatışmasından bir hayır gelmeyeceği anlaşıldı. İki taklit barışsa bile bundan bir sinerji doğmayacağı görüldü.
On altıncı yüzyıldaki satvet ve ihtişâmımız, geçmişte yaşanmış bir ideal zaman tasavvuru üzerinde yükselmiyordu. Biz kudret asırlarımızda geçmişin mîrâsını kopyalayarak büyük olmadık.
Sinân, kendisinden önceki devirleri taklîd ederek adını çağlara yazdırmadı. Büyük Itrî, taklitle “semâyı örten rûh” olmadı. Şeyh Hamdullah, seleflerini kopyalayarak zirvelere çıkmadı. Önyargılardan arınarak bu sıradağların eserlerine baktığımızda o büyük oluşun altındaki hakiki müessirin sâf ve sarsılmaz bir îmân, fenâfillah mertebesine yükselmiş bir duyuş ve düşünüş ufku olduğunu görürüz. Bizim en büyük kaybımız, asırlarca seyrinde olduğumuz o ufku yitirmek oldu.
Atılması gereken ilk adım, zihinlerimizi bir ideal dönem tasavvurunun paslı zincirlerinden kurtarmaktır. Mâzîde kalan hiçbir devir, ne bugün ne de istikbâl için bir model olabileceği gibi târih de aynıyla tekerrür etmez. Kurtuluş târihe dönmekte değil, onu anlamakta. Her an yeni bir iş ve oluş içinde olan Rabbin sünnetine uyup kendini sürekli güncelleyebilmekte. Yunus gibi her dem yeniden doğabilmekte.
Kültürel istiklâlden mahrûm Cumhûriyyet ne yöneldiği Batı’ya benzeyebilmiş ne de reddettiği Osmanlı’nın gölgesinden kurtulabilmiştir. İkisi arasına sıkışıp bir arabesk kültür üreterek kör topal bugüne gelebilmiştir. Bir opera binası yaparken Batı’yı, bir câmi inşâ ederken ise kendi mâzîsini kopyalama kolaycılığına teslîm olmanın adıdır Cumhûriyyet.
Hepsinden daha elîm ve vahîm olansa şudur: Bir talebe kopya çektiğinde bunu gizler, yakalandığında da takbîh olunup cezâlandırılır. Bugün birbirine muhâlif olan bu iki kesimse hayrânlık duyup kendilerini nisbet ettikleri dünyaların kopyacısı olmakla övünüyorlar. Bu acınası durum onları üzmüyor, tam aksîne gururlandırıyor.
İki taklitçi zihniyet de ortak bir kaderi paylaştı yakın târihte. Birisi hasım bir medeniyyeti, diğeriyse kendi târihini kutsayarak kör bir hayrânlık psikolojisinin zebûnu oldu. Kısacası, anlamadan hayrân oldu. Zâhirdeki büyüklüğe takılıp onun bâtınına nüfûz edemedi. Sadece satıhtaki tezâhürleri görüp altında yatan beka ve oluş sırrına eremedi.
Bugün toplum yeni bir doğumun sancılarıyla kıvranıyor. Yaşamakta olduğumuz bütün alt üst oluşlar hep onun işâreti. Doğumun ölü doğum olmaması içinse toplumun ontik algısının değişmesi şart. Zîrâ artık bu toplumun bir yüzyıl daha taklitle geçirecek zamanı yok.
Peki, öyleyse çözüm nedir?
Hâkk’ı, varlığımız dışında aramayı bırakıp varlığımızdaki Hâk’la buluşmaktır. Kurtuluşu kendi dışımızda aramaya son verip kendimize dönmektir. Bize şâh damarımızdan daha yakın olan; “Ben yerlere ve göklere sığmadım ancak mü’min kulumun kalbine sığdım.” demiyor mu?
Varlığımızda meknûz olan o ilâhi nefha ile ne zaman tanış olacağız? Bize rûhundan üfürenle vuslatımız ne zaman gerçekleşecek? Artık kaçınılmaz hâle gelen bu buluşmayı daha hangi vakte kadar erteleyeceğiz?