Türkçeyi Değerlendirmek

17909509_10212220205604366_224787284_nTürkçeye dokunarak devam edeceğiz.

Etimolojiye dair bir iddiada değiliz ancak kökenbilimin kısıtlı imkânlarından da yararlanarak anlamı çözme gayretinde olduğumuzu söyleyebiliriz.

Bu denemelerin yürüyüşünü yıpranmış, sağından solundan çekiştirilip kesilerek elimizde kalmış bir haritayı okumaya çalışmak olarak tarif edebiliriz.

Günlük hayatımızdan eğitim, bilim ve sanata uzanan sahada en çok kullandığımız sözcüklerden biri de “değişmek”tir. Teg- kökünden türemiş birçok kelime var; değmek, değin, değinmek, değişim, değişik, değirmen, değerli, devinmek, devinim…

Tog- kökünden türeyen dokunmak ile “teg-” den türeyen değmek arasında birbirini açan bir anlam geçişkenliği bulunduğunu görmemek mümkün değil. Örnek olarak “değiş tokuş” deyiminin bu yakınlıkla üretildiği söyleyebiliriz. Bu yazıda değişim ve değerlendirmenin bir kavram olarak Türkçemizdeki özel konumunu, dilimiz döndüğünce çözümlemeye çalışacağız.

Daha önce “dokunma”nın sıradan bir temas olmadığını izaha çalışmıştık. Dokunmakla bir nesnede, bir olguda veya zihinde ilmekler atıp bütünlük oluşturabilme gayretinin varlığından söz etmiştik. Dikkatli gözlerden kaçmamıştır; dokumak ve dokunmak, temelde bir değme eylemidir.  Gerek madde gerekse kavramlar dünyasıyla ilgili olsun; bir şeye değebilmenin ön koşulu, aynı varlık alanında olmaktır. Değmenin diğer koşulu ise aynı öze sahip olma mecburiyetidir.  Meselâ bir kalemin, çizeceği zemin olarak kâğıt ile aynı özden olması, ortaya yazının çıkmasını sağlar. Işık, hidrojen, karbon ile tuş takımı ve ekran, aynı yıldız tozunun farklı formlarıdır. Kalemin kâğıda değmesi, burada bir değer üretimi olduğu anlamına gelmektedir. Anlaşılıyor ki gerek somut gerekse soyut haliyle değinmek, değerlendirme sonucunu doğurmaktadır.

Âşık Veysel’in “Aynı vardan var olmuşuz; Sen gümüşsün ben sac mıyım” dizelerinde özün nereye değdiği, sarâhaten dile getirilmiş oluyor.

Değmek eylemi, Türkçe anlamanın yürüyüşü hakkında bize önemli ipuçları veriyor. Değmek de konuşmak ve dokunmak gibi karşılıklı etkileşimin çok daha özel bir biçimi olarak ortaya çıkar. Burada dikkat edilmesi gereken, fiil köklerinden üretilen kelimelerin Türkçe anlam örgüsü içinde kavramlaşma eğilimi göstermesidir. Bu temayülün temelinde yatan iki yaklaşımdan söz edebiliriz. Birincisi; Türk düşüncesinin oturduğu zeminin, varlığın dinamizmini her an gözlemleme imkânı veren bir ontolojiden beslenmesi, diğeri ise dili doğuran anlam kaynağının farkları görebilme yeteneğini diri tutan bir itikâdî tavra bürünmeyi kaçınılmaz kılmasıdır. Değmek ve değinmekle yetinmeyip üretilen değer ile değişime uzanan süreç, dil yoluyla yeniden anlama girişiminin kodlarını taşır. İkincisi, dil vasıtasıyla her aşamada öze atıf yaparak ontolojik estetiğin yenilenmesine dair bir yöneliş sergilemesidir.  Sevgili Yunus’un “Her dem yeni doğarız / Bizden kim usanası” deyişi, Türk düşünce üslûbunun derin izlerini taşımaktadır.

Daha önceki yazımızda Türkçenin özellikle kavramlar aşamasında özgün bir kendiliğindelik üslûbu taşıdığını dile getirmiştik. “Değinme”nin, öze dokunma arzusunu içinde kendiliğinden taşıdığını görüyoruz. Değerlendirmek sözcüğünü bir kavram olarak ele almamızın diğer gerekçesi ise öznenin bakış açısına göre değişen bir duruş sergilemesinden kaynaklanıyor. Çünkü değinilen ne olursa olsun eylemin sonucunda elde edilen her değer, yeni bir değişim ve yeni bir bakış açısı anlamına gelmektedir. Nesimi’nin “Kah çıkarım  gökyüzüne seyrederim âlemi / Kah inerim yeryüzüne seyreder âlem benideyişini bahsettiğimiz türden bir değerlendirmeye örnek olarak gösterebiliriz.

Ontolojik Estetiğin Değişim ve Değerlendirme Kavramları Üzerinden Yansıması

Aynı varlık alanında farklı boyut ve şartlara bağlı bulunmak dahi değmeye engel değil. Kelebek etkisi kuramı, değmenin engellenemez hayatiyetini kanıtlar nitelikteler taşıyor. Zaten düşünüyor olmakla her ne ise ona değmiş ve dokunmuş oluyoruz. İstisnasız her zerrenin birbirine bağlı olduğu bir hayat kimyasının içindeyken değişimden kaçmak beyhude bir çabadır. Bu “bilimsel” tespite göre birbirine değmemek; farkında olmayan tarafın, diğerini yok zannetme yanılgısından başka bir anlama gelmez. O halde bir şeyin bir şey için değerli olması ancak farkındalıkla ortaya çıkabilecektir. Sözünü ettiğimiz farkındalık bir devinime (öznenin kımıldaması, davranmasına) yol açar. Bu hâl ise değişimi kaçınılmaz kılar. Değişimle kimyası biteviye değişen şey değecek bir fark bulamayana kadar isteyerek ya da istemeyerek yola devam edecektir; ta ki kendinden başka bir değecek, özünden başka dokunacak bir şey kalmasın. Düşünce için zorlama “bilimsel” kanıtlar arama peşinde olmasak da bu aşamada entropiyi (tesadüfiliğine şerh düşmek kaydıyla) anmadan geçemeyeceğiz.

Değişim kavramı yoluyla Türkçenin düşünceye açtığı ufkun Herakleitos’un doğa ve akıl yasası birliği ile örtüşen yanları olsa da biz değişimin anlam kökünde “öz”e yapılan atfı dikkate alarak kavramın, varlığın birliğine yönlendiren çağrışımına dikkat kesiliyoruz. Öze değmeyen düşüncenin “kaos”a sürükleneceği ve değişimin içinde saklı bulunan hakikati değerlendirme yönelişi konusunda eksik kalacağını düşünüyoruz.

Kastımız olan değişim sürecinin, değerlendirmenin estetik niteliğini etkileyen önemi üzerinde tekrar durmak gerekiyor. Güzellik algısında ilk bakışta görünenin eksik ve kusurlu bulunması, değerdeki özün göz ardı edilmesinin sonucu olarak kendini ele veriyor. Bilim ve sanat açısından bakıldığında değerlendirmenin niteliği; bilim için araştırma, deneme ve bulma;  sanatta ise öykünme ve düzenleme aşamalarında karşılaştığımız ayrışmaların temelini oluşturmaktadır. Konuyu dağıtmamak amacıyla kısaca söyleyecek olursak değerlendirmedeki özün yok sayılması, düşünce planında öykünme ve arınmanın birbirinden ayrı nitelik süreçleri olarak ele alınmasına ve böylelikle Türkçenin kastı dışına çıkılmasına neden olmaktadır. Bu sapma ise kelimeler, kavramlar, cümle yapısı ve diğer unsurlarıyla bütün bir dil külliyatında anlam bütünlüğünün bozulmasının önemli sebeplerinden biri, belki de başlıcasıdır.

Öze yapılan atfın kökte saklı bulunduğunu düşünmemizin gerekçelerini açmakta fayda var. Her iki anlamıyla dilimizi kullanarak yaptığımız fiilin ilk ve temel amacı, konuşmaktır. Hatta bu denemenin konusu sınırlarında yazmayı da aynı kefeye koyalım. İstisnai durumlar dışında konuşarak zımnen kabul ettiğimiz şey, dilimiz vasıtasıyla şekillendirdiğimiz seslerin anlamına dair mutabakattır. Bu uzlaşma, konuşanlar arasında seslerin mânâsı konusunda karşılıklı bir inanma olduğunu gösterir. Zaten daha önce o sesten oluşan tek hecenin kastı konusunda kişiye özel bir iman vardır. Etimologların göz ardı ettikleri en kritik nokta buradadır maalesef. Etimoloji sözlüklerinde Türkçe kelimelerin tek heceli kökleri için genellikle “doğal ses yansıması” veya “yansıma ses” tanımı yapılır. Fakat ses yansımasından öykünüldüğü iddia edilen o tek heceye yüklenilen anlam nereden yansımıştır? Burada tecrübeye refakat eden bir sezgiden söz etmek pekâlâ mümkün olabilir. Sese yüklenen anlam, gökten zembille inmediğine göre bizde karşılığı olan bir öz taşıyor olması gerekmektedir. İşte o tek özün mahiyeti, Türkçede bütün bir lisana yedirilmiş olarak karşımıza çıkıyor. Öze yapılan atıftan kastımız, biraz daha açıklık kazanmış oluyor sanırım. İnanma ve anlama modeli içinden yapılan göndermelerin, aynı zamanda kendi tutarlılığını koruyabilmesi için her adımda köke yaslanıp özden hareket etmesi beklenir.

Değdiğimiz her şeyden teg-değ sesi çıkmadığını biliyoruz. Anlam yüklemesini ihmal ettiğimiz takdirde kökteki ses; su şırıltısı, kedi miyavlaması, klavye tıkırtısı mesabesinde kalacaktır. Değişim ve değerlendirme kavramları, sözünü ettiğimiz özgün göndermeyi “kök”ten barındırmaktadır. Sadece bu iki kavram, düşünce uğraşında olanlar için sayısız makale ve tez çalışmalarının konusu olmalıydı. Türk Dili ve Edebiyatı uzmanlarının dikkatlerini ayrıca çekmek isterim.

Türkçenin herhangi iki anahtar kelimesi ve türevlerini kullanarak herhangi bir düşünce üzerine sayfalar dolusu yazılabilir. Israrla üzerinde durmak gerekiyor ki Türk inanma ve anlama modeli, Türkçenin içinde ayrıca keşfedilmeyi beklemektedir. Edebiyatçılarımız, düşünürlerimiz Türkçenin anlam örgüsüne vâkıf olmadan kültürün gelişmesi nereye kadar mümkün olabilecektir? Türkçenin bilim ve felsefe için yetersiz olduğunu düşünenleri, konuyu yeniden değerlendirmeye davet etmekte bir sakınca görmüyorum.

Günümüz şartlarında kültürün gelişimindeki yönelişlerin somut örneklerinin birçoğuna ulaşmak kısmen kolay olsa da anlam çözümlemesine odaklanmayan ezberci eğitimle bir yere varılamayacağı, her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır. Eğitimin dolayısıyla düşüncenin nitelikli ve verimli olmasını sağlamak, uzun ve meşakkatli bir yol.  Eğitimcilerimiz, ilgili akademisyenler ve kültürün diğer emektarlarının Türkçeyi elimizdeki en kıymetli miras olarak yeniden değerlendireceklerini ümit ediyoruz.

 

 

 

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.