Kökenbilim (etimoloji) derken anlaşılan (en azından Türkçe için) eksik tanımlama dolayısıyla oluşan yanlış algıyı dikkat çekmek istiyoruz. Az sayıdaki Türkçe kökenbilim çalışmalarında dildeki teknik özellikleri araştırmanın ötesine geçemediğini görüyoruz. Kelimelerin anlam kökleri hakkındaki çok az çalışmanın da yetersiz ve aranan nitelikten uzak olduğunu itiraf etmeliyiz. Oysa dil, bir kültürün anlama biçimini en derin haliyle geçmişten geleceğe taşıyan, musikiyle beraber, neredeyse yegâne unsurdur. Müzik bile bu düzlemde dilin bir öğesi olarak değerlendirilebilir.
Nihat Sami Banarlı, Türkçenin Sırları adlı unutulmaz eserinde Türkçeyi bir imparatorluk dili olarak tanımlar ve iki özelliği üzerinde özellikle durur. Biri Türkçenin ses ahengi yönünden zenginliği, diğeri ise başka dillerden aldığı kelimeleri kendi mânâ hamuru ile yoğurup kendine has bir ses düzenine dönüştürmesidir. Yabancı sözcüklerin Türkçe kullanıma sokulması sürecinin sonucu, tabiatıyla Türk konuşma dilinin süzgecinden geçerek güzelleştirilmesi anlamına gelmektedir. Türkçenin bu özelliğini de bir fetih anlayışıyla ele alır ki katılmamak mümkün değil. Kitapta öz Türkçe hareketinin hataları, yabancı bilim adamlarının Türkçeye övgüleri, Nevai ve diğer Türkçe sevdalılarının dil için verdiği mücadeleler ve benzer konular, anılar anlatılır ve örnekler sunularak nefis bir Türkçe kullanımıyla nakış nakış işlenir. Banarlı; kendi zamanı, anlayışı ve estetik algısının zarafetiyle Türkçenin Sırları dışında İman ve Yaşama Üslubu, İstanbul’a Dair vd kıymetli eserleri geleceğe emanet ederek milletine borcunu fazlasıyla ödemiş bir gönül insanıdır. Mekânı cennet olsun.
Biz Türkçeyi ses ahenginin güzelliği ve diğer özelliklerinin yanı sıra bugüne kadar ihmal edilmiş boyutuyla yani değerli mütefekkir Dr Sait Başer’in önemli bir kitabının adından ilhamla Türk İnanma ve Anlama Modeli’nin sırlarını taşıyan bir hazine olarak görüyoruz. Türkçe sözcüklerin kökeni hakkında az sayıda sözlük ve kitapta da maalesef konunun bu en can alıcı yönü göz ardı edilmiş görünüyor. Oysa Türk düşüncesinin binlerce yıldan süzülüp varlığın anlamlandırılmasına dair şifreleri, yine Türkçenin içinde keşfedilmeyi beklemektedir.
Bir önceki Türkçe Kon-uş-mak başlıklı yazımızda Türk dilinin doğasında var olan kökten türeme özelliğini denememiz için bir avantaj olarak görüp konuşmak eyleminin aslında basit bir kelime olmaktan çok, kapsamlı bir kavram dizini oluşturan yapısını kısmen çözmeye çalışmıştık. Böylelikle Türk inanma ve anlama estetiğinin kapılarını aralayarak aynı zamanda özgün itikadi tavrı da kavramayı amaçlıyoruz.
Bu denememizde aslında bir hareket dili olan Türkçemizin en dokunaklı sözcüklerinden dokunmak eylemini, bir uzak bir de yakın iki anının izlerinin etkisinden yola çıkarak ele almaya çalışacağımızı itiraf etmeliyim.
…
Doku kelimesi; dokunan, örülen nesne ve ilerleyen aşamada gövdenin bölümlerini oluşturan en ufak öğeleri kuran yapı* diye tarif ediliyor. Türkçe etimoloji sözlükleri; dokumak sözcüğünün, döğüşmek, tokuşmak kelimeleriyle aynı kaynaktan olan tok, tog, toğ kökünden geldiğini gösteriyor.
Dokumak, tr, tok (vurma, dövme, ezme, basma, değnek, sopa anlamını içerir kök)tan tokımak,-tokumak-dokumak.
Kök anlamı; vurmak, dövmek. Dokuma, örme denen işlemin, özel aygıt düzeninde vurularak, dövülerek yürütülmesi nedeniyle.*
Dokumak sözcüğünün hangi tarihte ne şekilde evrildiğini net olarak bilmemekle beraber çok sert bir eylemin adı olan tokumak, dokumak’a dönüşür. Böylelikle bir yandan Anadolu-Rumeli inceliğine evrilirken diğer yandan dokunmak fiili ile özellikle doku tanımı ve dokunaklı duygusunun yaratılması, Türk varlık anlayışının izlerini taşımaktadır. Önceleri tokmak ve tokaç ile sert bir vurgu çağrıştıran eylem, yün liflerinin ipliğe dönüştürülerek ilmeklerin örülmesi esnasında bir dövülme işlemine maruz kalan işin adı olmuştur, yani halı dokumak. Her ne kadar doku tanımı daha sonradan ortaya çıkmış olsa da halı dokuması birbirinden bağımsız yün dokularının teknik bir bilgi ve estetik bir bakışla güzel bir bütün oluşturma zanaatıdır. Hayatın içinden doğal olarak imbiklenen ontolojinin de tamgalarını taşıması itibarıyla dokumak artık bir sanatın da adı olmuştur. Zaten diğer haliyle dövmek esasen bir tür biçimlendirme işlemidir. Biçim vermek, önce somut dokunuşlarla sıradan bir temas eylemi iken ilerleyen aşamada deneyimler ve sezgilerin birikimiyle bir dizi derin duygunun dokunmak ve türevleriyle tanımlandığını görüyoruz.
Tekrar etmemiz gerekir ki dokunmak Türkçe düşünen zihinlerde sıradan bir temas eyleminin daha ötesinde çağrışımlar içerir. Dokunmakla bir olgunun, nesne veya duygunun ve hatta bir muhatabın birbiriyle alakası zayıflamış parçalarını anlamlı bir bütün haline getirme çabasına girişmiş oluruz. Bir konuya dokunmak, o konunun bir varlık olarak ele alınıp özünden kopmuş veya uzaklaşmış gibi duran unsurlarını toparlayıp ilmek ilmek birleştirme çabası anlamına gelmektedir.
Doku ile ilişkiye girdiğimiz anda oradan gelen tepkileri anında hissedebilme imkânına kavuşuruz. Doku tanımı burada bilim, sanat, sosyoloji, psikoloji vd sahalar için çok amaçlı bir anlatım biçimine evrilmiştir.
İnsan ilişkilerinde de muhatabın bir dokunuşuyla düşünce dünyasında yeni ilmekler atılmış olur. Tam tersi fikir tutarsızlıklarına sebep olmaya yönelik olumsuz dokunuşlarla da karşılaşabilirsiniz. Her halûkârda hedef alınan dokunun kimyasında bir takım değişiklikler kaçınılmazdır.
Bir sonraki aşamada bambaşka evrilme ile dokunaklı bir hâl alan ve en duygulu anlamlarla içten bir edebi kavrama dönüşür; bir şiir, bir şarkı, bir hikâye ya da bir anının dokunaklı olduğunu ifade etmekle samimiyetini ve üzerimizdeki derin etkisini vurgulamış oluruz. Daha üst perdeden duygu yoğunluğunu ifade amacıyla, bu çocuğun hali bana çok dokundu, bir dokun bin ah işit vb deyimlerle candan içeri yangın alevinin rengi olur.
Görüldüğü gibi hayatın olağan akışı içerisinde sıradan bir kelime gibi duran dokunmak, ses tekniği ve özellikle içerdiği anlam bakımından hâlden hâle girer. Konuşmak’ta olduğu gibi Dokunmak’ta da hem bir tek sözcük olarak etkin veya durağan anlamlar içerebiliyorken kelime öbeğinin her bir elemanı sırasıyla olumlu yahut olumsuz çağrışımları bir arada taşıyabilmektedir. Bu enerji Türkçenin en güçlü yanlarından biri olarak daha derinlikli ve çok yönlü keşifleri beklemektedir. Öyle ki Türkçe, bu tavrı ile hayır-şer, iyi-kötü, doğru-yanlış kavramlarını bir bütün olarak değerlendirirken anlam farkındalığını diri bir şekilde aktarabilmektedir. Bu pencereden bakıldığında Türkçenin varlık anlayışını, olan bitenden razı olma halinin bir dil-anlatım bütünlüğüne yükselterek ele aldığını görmek gerekmektedir. Dilimizin bu özelliği birçok madde başlığında kendiliğindenlik durumu olarak öne çıkar. Örnek verecek olursak Batı dillerinde ve Arapçada olduğu gibi bir olumsuzluk öneki almadan ontolojisindeki estetiğin üslûbunu sınırsız bir anlatım gücüyle ifade edebilmek, hem birikim ve deneyim hem de maddenin ötesiyle ilgili güçlü bir sezgi ve tasavvur dünyası gerektirir. Anlaşılıyor ki Türkçe aynı zamanda maveranın dilidir.
Yüzyılların tecrübesi ve bilgi birikimiyle birçok Türkçe kelime çok farklı alanlarda kavram niteliği kazanma sürecine girer. Kelimenin kapsamla bir kavrama dönüşmesi endüstriden sanata değin bambaşka uğraşların teknik boyuttaki kullanım alanını aşıp soyut ve teorik sahaya da inmesi hayati önemdedir. Bu sebeple Türkçe eğitimin niteliği üzerinde durmak, Türk kültürü için ölüm kalım meselesine dönüşmüştür. Konuştuğu dile anlam köküyle vâkıf olan bir eğitim hayatının sonucu kadim anlama modelini özümsemiş kuşaklar yetiştirmek Milli Eğitim için temel amaç olmalıdır.
Divan Edebiyatı Vakfı’nı Keyfiyet Sohbetleri adı altında bir ilim ve irfan yuvasına, dahası bir gönül ocağına çeviren ve bu hizmeti bir tek gün bile alnını kırıştırmadan yıllardır devam ettiren pek muhterem Sait Başer hocama teşekkür ediyorum. Kendileri yıllar önce, birçok kişiye yaptığı gibi, şahsıma da hitaben; “Macit, bunu bir yazsana!” diyerek o ana kadar cimin karnında noktası olmayan birinin omzuna ağır bir yükü bırakıverdi. Kendilerinin teşvikiyle âcizane küçük birkaç yazıdan sonra “Macit’e şöyle bir dokunduk, bakın yazmaya başladı.” diye gülümsediğinde dokunmak kelimesinin aklımda yer ettiğinin farkına varamamakla beraber yıllar sonra yine kendisinin farklı bir konuya dikkat çekmek için “Bu bir hatt-ı müstakimdir, dokunmayalım öylece kalsın mı diyeceğiz?” cümlesiyle yazının fitili ateşlenmiş oldu.
Bu vesileyle Sait Başer hocama hürmet ve muhabbetlerimi arz ederim.