Karanlığın İmtihanı

 

16790519_1306416416091473_195720817_nKorkularımız, tekâmülümüzün önünde dâima engel!

“Ay, geceden kaçmadığı için ışık elde etmiştir.” diyor “Rubailer”inden birinde Hz. Mevlânâ. Üzerine gidilmeyen her karanlık, aydınlıktan payını alamıyor. Oysa yolunu aydınlıkta arayan karanlığın dahi bir imtihânı var. Meşrebine muvâfık hareket eden gecenin, yanan mumlarını da söndürmesin insanoğlu! Karanlığı dahi anlamak gerek. Zira değişimlerdeki terakki imkanının yegâne şartı anlamaktan, anlam verebilmekten geçiyor şüphesiz.

 

“Gençlik gecesinde yıldızlar göründü

Eğer gecikilirse ortalık ağarır.”

 

Tursun Bey, İstanbul’un fethini mufassal bir şekilde anlattığı “Tarih-i Ebü’l-Feth” adlı eserindeki Arapça bir beyitte böyle diyordu. Yıldız gibi parlamak istiyorsak gecenin zifiri karanlığını hor görme lüksümüz yok! Zira o karanlık sayesinde var olduğumuzu ispat edeceğiz. Aksi hâlde gündüz gözüyle yıldızı görmeye tâlip olmak hem güneşe yapılan en büyük hakaret hem de idrâk mertebemizi hafife almak olur. Beyitte geçen gençlik gecesi de ömrümüz ile teşbîhe lâyık. Bize fenâ âleminde verilen zamanı, karanlığımıza umut olmak için harcamayacaksak yaşamaktan da bahis açmayalım!

 

Mum, yanmadan aydınlatamadığı gibi ışığının bedelini de bitmekle ödüyor. Pervânenin hikâyesi de böyle değil miydi zaten? Tüm oluşlar ölüme tâbi! Ölmek ve bitmek… Bu kelimelerin talihi insanoğlundan daha bedbaht. İkisi de menfî anlamlara hapsedilmişler. Oysa mevt, bekâ âlemine açılan kapı. Dünya hayatını cehennem bilip sürekli serzenişlerde bulunmamıza rağmen burada ebeden kalacakmış muamelesi yapıp ölülerimizin arkasından ne çok ağlıyoruz beyhûde yere değil mi? Belki de mukadderâtımıza ağlıyoruzdur, kim bilir?

 

Abdurrahman Câmî’nin de dediği üzere; ömrümüz, karalama defteri değil! Elde edilen her değer, elde edenden bağımsız değil. Ne tahayyül ediliyorsak o oluveriyoruz. Buradaki tüm sorun, ilk hayal edilen ile son hayal edilen arasındaki uçurum oluyor. O kadar çok şey istiyor ve hayal ediyoruz ki ilkler gerçekleşse dahi unutuyoruz. Bu sebeple beşer, ne olmak istediğini tayin etmeye daima muhtaç.  Değişmez bir yasaymış gibi arzularımız, isteklerimiz yönetiyor hayatımızı. Neyi en çok dilersek en çok o oluyoruz. Bu, “Neyi arıyorsan osun sen!” nidâsındaki ile müşterek bir anlam içeriyor belki de…

 

Hayatın bin bir türlü vechesi var elbette. Peki, başarılarımızla övünüp hatalarımıza üvey evlat muamelesi yapmak hayatın hangi vechesine dâhil? Karanlığımıza umut olmak, en çok da hatalarımızı sahiplenmekten geçiyor. Bu sahipleniş, yanlışta ısrar etmeyi doğurmamalı pek tabii. Yanlışta ısrar etmek yerine kibri ve hırsı bir kenara koyup vazgeçmek, gerektiği yerde bunu da başarabilmek lazım gelir. Zira bazen vazgeçtiklerimiz de verdiğimiz en doğru kararlar taifesinden olabilmekte…

 

Peki, yanlış-doğru ayrımında idrâk mertebemizin veya karar mekanizmamızın acziyetiyle yüzleşiyor isek ne yapmalı?

Bu suale en güzel cevabı Şeyh Galip, Hüsn ü Aşk’ındaki 13. beyitle veriyor:

 

“İnsâf ile ger olursa dikkat

Ni’met mi değildir acze ruhsat”

 

Hakikaten insaf nazarıyla bakıldığı vakit, aciz kaldığımız tüm şeylere verilen izin nimetlerin en yücesi mesâbesinde… Yapıp edemediğimiz onca şeyin içinde sığındığımız Hz. Allah, kendisiyle olan en yüce vuslatımızda dahi acziyeti vesile kılıyor! Tabiatiyle en büyük şükür tüm aciz kalışlarımıza, daha da mühimi aciz kalışlarımıza verilen izne olmalı belki de…

 

“Hâfıza-i beşer nisyân ile malûldur” derler. Ancak acziyet gibi nisyân da bazen en büyük nimet olabiliyor.  Bazen insan, yaşamak acısını, sonuna kadar yaşar da ne mevt ne de nisyân ona müyesser olur.  Bu sebeple unutmak, unutabilmek bir marazdan ziyâde hâfızamızı  anılara gark olup yaşamamıza mâni olan hallerden arındıran bir lutf u ihsân olmalı.

 

Hz. Ali’nin de dediği üzere “Gözü olana sabah ışımıştır.”

Karanlık her yönüyle o kadar aydınlık ki… Felâhımız, karanlığı tanımakta/tanıyabilmekte…

 

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.