Derler ki; Türkler Asya’dan Anadolu’ya gelirken “ahal teke”nin sırtındaki yük, bir alpten ibaret değildi; yanlarında “Türk’ün kırık sazı” diye bilinen tambur ve lale soğanını da kutsal bir emanet gibi taşıdılar. Böylesi bir afakın sahiplerinin, Afrika’da köle pazarları kuranların tabii düşmanları olması, şaşılacak bir durum değil.
Jason Goodwin’in “Ufukların Efendisi” diye tanımladığı bu atlıların çocukları, her şeylerini kaybetseler de sadece tambur ile yeni bir medeniyet inşaa edebilirler. Tambur, mülkiyet marazını tanımayan özgür atlıların inançlarının sesini en iyi ifade edebildikleri vefakâr dosttu. Gönül itikadı musiki ile nar olur, kavrulduğu aşk ateşi tamburun tellerinde alev alev yanar kül olur. Her nağmesinde “fanusuna sığmadığı asumanın” ufkunda yeniden doğar. Bozkırda tebdil-i kıyafet bağlama namıyla maruf, tekkede “ar u namus şişesini taşa çalan” tambur, yol boyu konakladığı her diyardan bir nota, bir usul devşirir. Çünkü aşkın sesi namütenahi, Isfanda’dan bir renk, Nihavend’den bir koku, Hicaz’dan muhabbetin en sevdalısını bulup perdelerine nakış nakış işleyen tambur, âşığın sırdaşı olur.
Mecnun, Leylasız olur mu! Tamburun ney ile buluşması, insanlık tarihinin görüp görebileceği en hesapsız aşk hikâyesi… Bu hikâyenin tesiri yüzyıllardır gönülleri ince ince akort etmeye devam ediyor. Konya’da, Üsküp’te, Yenikapı’da, Kahire’de, Bahariye’de dünyaya gelen bu beraberliğin meyvelerinden oluşan külliyatı, bugün “Türk müziği” adıyla anıyoruz.
…
Denizden ve dağdan gelen hüzne kandık.
Bulutlar dağılsın, bahar olsun artık,
Duyulsun bir engin seher musikisi.
Güneş doğmadan mavileşmiş Boğaz’dan,
Neva-kar açılsın bütün ses ve sazdan,
Ufuklarda sürsün zafer musikisi.
Yahya Kemal
…
Türk müziği, içinde tambur ve ney’in olanca yoğunluğuyla nüfuz ettiği saz semaileri, peşrev, longa, taksim vd. oluşan sözsüz alana münhasır bir isim verilmiş olsaydı hiç tereddütsüz buna İstanbul Müziği diyebilirdik. Mevlevihanelerde olgunlaşan büyüleyici saz eserleri “mutlak müzik” panoramasına musiki zevkinin çıtasını yükseltmiştir. Türk müziği esasen özgün bir ontolojinin seslere yüklenmiş estetiğidir. Müziğimizin gündelik kaygılardan azade gönüllere, ufukların ardından haber veren çeşitli formlarıyla saz eserleri; Üçüncü Selim’den Gazi Giray Han’a, Cemil Bey’den Refik Fersan’a büyük ustalarla devam eden kutsal bir yolculuktur. Bugün Aziz Şenol Filiz-Birol Yayla ikilisinin, özgün “enstrümantal” besteleri ve klasik eserlere getirdikleri yeni yorumları, gelecek kuşakların müziğimizi güncellemeleri için yol açıcı bir işlev üstlenmişe benziyor.
Müzik penceresinden bakıldığında tamburla yetişen ya da tamburun yetiştirdiği dehalardan Büyük Osman Bey, İzak Oskiyam, Tamburi Cemil Bey, Refik Fersan, Sadun Aksüt, Necdet Yaşar, Yılmaz Pakalınlar, İzzettin Ökte ile ayrıca yaylı tamburun büyük ustası Ercüment Batanay ve adını sayamayacağımız nice ustalar kültürümüzün aksayan bir çok şubesine inatla öz musikimizi günümüze taşıyarak insanlık medeniyeti açısından da paha biçilemeyecek büyük bir hizmetin hadimi olma şerefini hak etmişlerdir.
Saz eserlerine İstanbul Müziği adının ne kadar isabetli olduğunun ispatı için Üsküdar, Eminönü veya tercihen Eyüp-Üsküdar hattı sefasına kulağınızda Tamburi Büyük Osman Bey’in Nihavend Peşrevi ile başlayıp Refik Talat Alpman’ın Mahur saz semaisi eşliğinde yolculuğa devam edilebilir. Seyrin son etabında Sultan IV. Murad’ın Uzzal Peşrevi, Üsküdar hazırlığına mütenasip bir tercih olabilir. Şüphesiz böyle kutlu sefer için birçok terkip tercih edilebilir. Türk müziği saz eserleri literatürü; her gönül meşrebine uygun, devasa bir hazinedir.
…
Eyüp’te başlayan Nihavend peşrevin hemen girişinde Akşemseddin’nin Fatih’e verdiği müjdenin sevincine mütenasip bir coşkunluk, gönül telini titretirken Eyüp sırtlarında istirahatine devam eden Zekai Dede Efendi’ye ve cümle ecdada bir Fatiha borcu tahakkuk eder. Haliç’in durgun sularına karışan Peşrevin sarhoş eden nağmeleri öyle birkaç iskeleye yanaşarak atılacak bir duygu değil. Ayvansaray-Fener arasında “Yahu bu cennet köşesini nasıl bir hale getirdik!” diye utanarak tövbe istiğfar ederken Kasımpaşa, görüş ufkumuza girer ve Mahur semainin ilk nağmeleri her şeye rağmen güzel bakıp güzel görme meylimizi gün yüzüne çıkarır. Bu enfes saz eserinin hareketli melodisi, Pera hayatından anlık ipuçları vermiyor dersek yalan olur. Galata, muhteşem Süleymaniye derken Gülhane sırtlarında en çok neyi unuttuğumuzu haykıran Adalet Kulesi, düşünen gönülleri bir başka hüzün iklimine sürükler. Solunuza Cihangir’i alıp sancak alabanda ile Üsküdar’a yönelmişken kutsal beldenin alamet-i farikası Şemsi Paşa Camii artık gözle görülmeye başlamıştır. İki yakının ortasında Uzzal Peşrevin deruni nağmesinin bu seyir hiç bitmesin duygusuyla kulaklardan kalbe inmemesi için taş olmak icap eder. Peşrev ile mest ü harap olan gönüller iskeleye yanaşırken salavatlarla ayılmaktan başka çare bulamayacaklardır. Seyr-i seferimizin nihayetinde IV. Murad’ın musiki aşkıyla Üsküdar’ın ruhunun kalbimize emanet edildiğini hissetmemek mümkün değil.
O Üsküdar ki
Görmüş İstanbul’a yüz bin meleğin uçtuğunu,
Saklamış durmuş, asırlarca, hayâlinde bunu.
Edebiyatına müziğin ruhunu sırlayan Yahya Kemal’in ruhu şad olsun. Bize bu muhteşem mirası emanet eden ecdada Cenab-ı Hakk rahmetiyle muamele etsin.
https://www.youtube.com/watch?v=WfUETiyRycQ https://www.youtube.com/watch?v=CS2zs0DEIoU https://www.youtube.com/watch?v=vtDsJ9gvjLI