Bizim kültürümüzde madde ve mânâ diye ikili şekilde sınıflandırdığımız varlıktan, maddî olan kısmını az çok anlıyoruz. Peki, mânâ dünyasına ait olan varlık, kendisini nasıl gösteriyor?
Şüphesiz ki beşer olarak fark edişlerimiz, maddî bir kalıbın içinde oluyor. Hem fark eden taraf hem de fark edilen şey, belirli bir kalıba sahip olmalı ki varlık, müşahede edilebilir olsun.
Gözlemlerimizden şunu fark ediyoruz ki baktığımız nesne ve olayların zarfı, sadece zarftan ibaret değil; içlerinde bir anlam var. Bakılan şeyin içinde, anlam barındırma ve gösterme kapasitesi olduğu gibi bakan kişi de anlam yükleme ve algılama yeteneğine sahip. Zaten bu ikisinden biri eksik kaldığında anlam zuhur etmiyor. Şu durumda üzerine anlam yüklediğimiz ve bu anlamı taşıyan varlık, bu anlamdan bağımsız olarak mı varlık dünyasına aittir yoksa yüklenen bu anlam da varlık dünyasına ait bir eleman mıdır? Nesneler dünyasına ait olan bir nesneyi anlamlandıran zihnî faaliyet, genellikle o nesnenin diğer nesnelerle ilişkisine bakar, üstlendiği fonksiyonları ve iletişimini fark etmeye çalışır. Bu tespiti yaptığı ve doğruladığı anda artık öngörülebilir sonuçlar söylemeye başlar. Artık o nesne, bakan kişi için anlamlı hale gelmiştir.
Peki, bu anlamlı ilişki ne zaman anlamlı hale gelmiştir? Fark ettiğimiz anda olamaz zira fark etmek, önceden var olan ilişkiler üzerinden mümkündür. Olmayan bir şey fark edilebilir mi? Anladığımız yani fark ettiğimiz anda öngörülerde bulunabilmemiz, zaten olacak olan bir eylemi, gerçekleşmeden bilmek demektir. Şu halde bir yığın olaylar dizisinin olduğu bu evrende, bir sonraki aşamada olanları önceden fark eden bu anlama yeteneği, bu evrene ait bir büyüklük olarak karşımıza çıkıyor. Bu evrene ait olan her şey ise bu evrene ait bir varlıktır.
Bir şeyin gerçekten “var” olması ne demektir? Varlık salt maddeye ait bir özellik midir? Örneğin sayılar dünyasına ait rakamlar var mıdır? Eğer cevap olarak sayılara ait belirli bir maddi vücut arıyor isek bulabilmek zor hatta sağduyumuza güvenir isek bunun imkânsız olduğunu söyleyebiliriz. Böyle olmakla birlikte sayısal etki, var olan her nesnede yani her türlü kalıpta kendini belli ediyor. Çünkü sınırlı bir büyüklüğe sahip her bir nesne, sayılabilir olmayı kaçınılmaz kılıyor. Üstelik sayısallık, adına “bir birim” dediğimiz şey, her türlü kalıba giriyor. Örnek mi? Bir gram nasıl bir birim ise bir kilogram da bir birim, bir ton da bir birim; bir milimetre, bir metre; bir gün, bir hafta, bir ışık yılı; nasıl görmek istiyorsak “bir birim” o şekilde tanımlanabilir. Hâl böyle olunca maddî dünyanın bütün unsurlarıyla bu kadar iç içe olan ve onu anlamamıza yarayan sayılar yok mudur? Bir şeyin salt zihin dünyasına ait olması ve bu aidiyet sebebiyle anlama faaliyetine hizmet eden bu vücutsuz varlıklar, sırf bu gerekçeyle yok kabul edilebilir mi? Zihin ve gönül dünyasına ait olan gayrımaddi yetenekler ve soyut kavramlar, gerçekte bir kudrete sahip değil ise nasıl oluyor da var kabul ettiğimiz diğer varlıkları fark etmemize ve anlamamıza hizmet ediyorlar? Yok olan bir şeyin, bir iş görmesi mümkün müdür?
Maddî varlık dünyasında en büyük işi gören matematik biliminde sonsuza kadar uzayan sayılarla yaptığımız işlemleri, payı bir, paydası sonsuz sayılardan oluşan bir sistem içinde de yapabiliriz. O zaman bütün matematik, “bir” sayısının tafsilatından başka bir şey olmaz. Aslında yapılan da budur. Bu durumda bütün sonsuzluk tekil “bir”in şerhinden başka bir şey olmamış oluyor. Bu durumda kendimize hangi “bir”i esas alırsak alalım sonuç değişmez. Yani bir bütüne ait herhangi bir kesirle yapılan işlemler ile de aynı sonuçlara ulaşırız. Böylece parça, bütüne ait tüm özellikleri taşımış oluyor. Buradan hareketle analojik bir değerlendirme yapacak olursak bir başka büyüklüğün zerresi ölçeğinde olması mümkün olan bu evrenin büyüklüğü, tüm alt ve üst büyüklükleri kavramamız için yeterli gözüküyor. Bunun için oralara gidilmesi gerekmez. Anlayan ve gören bir faaliyet, oralarda bulacağını kendinde görebilir çünkü oralarda olan zaten kendinde mevcuttur.
Anlamanın ya da bilebilmenin kemâli ise zamana ve mekâna takılı kalmadan alakadar olduğumuz her sorunun cevabına kestirmeden ulaşabilmektir, diyebiliriz. Kestirmeden ulaşabilmenin limiti ise eş zamanlı ve tek mekânlı olmaktır. Alakanın şiddetine göre soru ve cevap birbirine yaklaşır hatta öyle ki ilahi boyutta soru ve cevap, aynı anda üst üste çakışık olarak vardır, diyebiliriz. Bunlar o kadar üst üste çakışık olabilir ki soru ve cevap gibi farklı isimlendirmelere bile ihtiyaç kalmaz.
Bu yakınlaşma sürecinde kesin bilgiye ulaşmak için yürütülen anlama faaliyetine belirli bir aşamada sezgisel güçler eşlik edebilir. Soru ve cevabın yakınlaşması sebebiyle artan alaka ve cevabın cazibesi, soru ile cevabı birbirine sarmaya başlar ve bu dolaşıklık halinin neticesi vuslat olur. Soru ile cevabın birleştiği bu vuslat; kişiye, neyle temas ederse etsin aşina olduğu ve yakın bildiği kuşatıcı bir kabul sağlar. Bu seviyenin insanı ölüm karşısında bile dingin bir teslimiyet halindedir. Zira bu seviyeden ölüm, anlayan ve anlaşılan arasındaki zaman ve mekândan kaynaklanan uzaklığı tam anlamıyla yok eden yüce bir var oluştur.