Hazan Mevsimi 93

17909509_10212220205604366_224787284_nRumi takvime göre 1293 yılında başladığı için hafızalarımızda 93 Harbi olarak kalan Türk-Rus harbi, tarihimizde derin ve acı dolu izler bırakmıştır. Rus orduları ile hem Rumeli hem de Kafkasya cephesinde yaklaşık bir yıl süren savaş, maalesef Osmanlı’nın yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Resmi kayıtlara göre Rumeli ve Kafkasya’dan sayıları bir milyonu aşan ve ağırlığı Osmanlı vatandaşı Türklerden oluşan kitleler, dev dalgalar halinde Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldılar.

Elîm savaşın Rumeli cephesinde yaşanan bozgun neticesinde özellikle İstanbul’a göç etmek zorunda kalan muhacirlerin acılarını, harikulade Türkçesiyle Mesih Paşa İmamı adlı eserinde anlatan Sâmiha Anne, yaşanan ızdırabın sebep ve sonuçlarını bu romanda engin kültürü ve manevi olgunluğunun zirvesiyle derinlemesine tahlil etmektedir. Eseri okuyup etkisinde kalmamak mümkün-ü kabil değildir. Ayrıca edebiyatımız 93 harbinin Rumeli cephesinde yaşanan acıları konu almış şiir, şarkı, roman ve hikâyelerle doludur.

Bu fakir de savaşın diğer cephesindeki acıları iliklerine kadar yaşamış bir muhacir Türk ailesinin çocuğudur. Biz de Rus şımarığı Ermeni çetelerinin işlediği dünya tarihinin en korkunç zulüm ve kıyım hikâyelerini dinleyerek büyüdük.

Her ne kadar eşanlamlı olsa da Kayseri ve havalisinde 93 harbi sebebiyle Rumeli cephesinden gelenler göçmen, Kafkasya cephesinde gelenler ise muhacir olarak tanımlanır. İç Anadolu göçmenleri ağırlıklı olarak Doğu Cephesi’nin muhacirleridir.

Malum olduğu üzere Anadolu’nun dört bir tarafı göçmen-muhacirlerle doludur; Bosna’dan Halep’e, Girit’ten Kırım ve Kuzey Kafkasya’ya kadar geniş bir coğrafyaya bugün bile kucak açan Anadolu, tabii olarak bu acıların da kayıtlarını hafızasında taşımaktadır.

Türk kültürünün bilhassa Anadolu tecrübesinde asil ve onurlu karakterinin bugüne kadar fazla göze çarpmamış bir yönüne dikkat çekmek istiyorum.

Afrin’de dünyanın bugüne kadar gördüğü en azılı terör örgütüne karşı Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yürüttüğü barış harekâtı başarıyla devam ederken basın bültenlerine düşen şehit haberleri hepimizin kalbini tarifsiz kederlere boğmaktadır. Gencecik çocuklarımız, bugün dünyada barış ve adalet için mücadele eden yegâne ordunun neferleri olarak bütün insanlığın namusunu kurtarmaya çalışmaktadırlar. Bu civanlardan biri Şehit Musa Özalkan’ın vasiyeti çok dikkat çekicidir: Şehadeti neticesinde devletin ailesine vereceği parayla Telafer’de kreş, anaokulu veya bir kültür merkezi yapılmasını arzu etmektedir. Hayatının baharında böylesi bir asaletin timsaline borcumuzu ödemek, kısacık ömürlerin kârı değil maalesef. Şehidimizin manevi huzurunda saygıyla ve minnetle eğiliyorum.

Şehidimizin bu tavrı, Türk’ün sözünü etmek istediğim mazlum olmama, olamama karakterinin tipik örneğidir. Klasik Türk karakteri hiçbir şart ve zeminde kendini mazlum olarak görmez, işin ilginç tarafı düşman da onu mazlumlardan saymaz. İlk bakışta bu bir haksızlıkmış gibi görünse de aslında zalim olan muhatap, Türk’ü sadece zulmün karşısındaki bir güç olmanın ötesinde, çok çok derinlerde bir yere oturtmaktadır. Bu zımni bir kabuldür çünkü karşısında gördüğü güç, her zaman hakkın ve adaletin hadimi olagelmiştir ve o irtifada bunu görebilme ufkuna sahip olamadığı için anlam veremediği bu pozisyonu tarif etmekte güçlük çekmektedir.

Dr. Sait Başer’in Törenin Çocukları diye adlandırdığı bu dünyanın fertleri, her zaman acıyı bal eyleme temayülündedir. Bu sebeple mesela Rumeli’nde Sırp, Bulgar, Yunan bilmem ne bela… hepsi mazlumdur fakat tarihin en korkunç kıyımlarına maruz kalmış, yerlerinden yurtlarından edilmiş milyonlarca Müslüman Türk için ne diyeceklerini bilememektedirler. Zira mazlum tanımlamasından kendileri uzak durmakla birlikte Türkler de böyle bir edebiyata sığınmamıştır. Hele Anadolu, Kafkasya, Kırım ve Ortadoğu’da herkes mazlumdur; Ermeni’si, Rum’u, Yahudi’si, Süryani’si velhasıl Türk’ten başka bütün halklar mazlumdur. Bugün bile hemen yanıbaşımızda Suriye’de ahali mazlumiyeti benimsemişken bölgedeki Türkmen nüfusu adeta buhar olup uçmuştur. Kendi basın yayın organlarımızda dahi yeterince adları anılmamaktadır. Zaten Suriye bölgesindeki Türkmenler’in de mazlumiyete sığınmak yerine Türkiye’nin de yardımıyla zulme karşı sessiz ve onurlu bir savaşı tercih ettikleri görülüyor.

Şüphesiz haksızlığa uğramak, utanılacak bir durum değildir fakat yaşanan bütün acılara rağmen mazlum edebiyatına sığınmayı zûl sayan bu imanın fertleri, acılarını edebiyatına bütün derinliğiyle işlemekte bir beis görmemesine ve mazlumu da sevmesine rağmen bu acıyı bir ajitasyon aracı olarak kullanmak yerine Hakk’ı tutup kaldıramamanın derin hüznünü yaşamaktadırlar. Çünkü serde “bey”lik vardır, şehadetinin manevi mirasına paha biçemeyeceğimiz gencecik fidanlarımız ölümü değil, şehadetinin maddi mirasını milletinin geleceğine bağışlamanın derdini de o körpe yüreklerinde taşımaktadır. Kınalı kuzular ancak bir “Türk Beyi”nin gösterebileceği bu asil tavırları ile insanlığa ibret hikâyeleri bırakmaya devam ediyorlar.

Milletimiz, derin hafızasında mevcudiyeti devam eden bu haysiyetli duruşun gereği olarak ezilenlerle ağlaşmak yerine hürriyet ve adaletin bayraktarlığını yapma ahlakını benimsemiştir. Gençlerin günlük dilde söylediği gibi “ezikliği” hiçbir zaman üzerine alınmaz. Çünkü “bey”lik vermekle olur, vermek için kazanmak, kazanmak için de savaşmak elzemdir. Hizmetin her türlüsünün kutlu olduğu bilinerek barış ortamında da mücadele devam etmek zorundadır.

Yanı başımızdaki ateşin nelere mal olduğunu, ne acılara sebep olduğunu 93 Harbi’ndeki tecrübe üzerinden fazlasıyla tanıyoruz, çok şükür mazlum değilsek de hicretin acısını bilen bir ecdadın torunlarıyız. En küçük bir zaafiyetin bize neler yaşatabileceğini düşünerek şanlı ordumuza Cenab-ı Allah’tan muzafferiyetler temenni ediyorum.

Zaferler olduğu gibi acılarda bizim en hakiki gerçeğimizdir. Birçoğumuzun malumu Bayburtlu Zihni’nin ciğerimizi dağlayan Vardım ki yurdundan ayağ göçürmüş, yavru gitmiş ıssız kalmış otağı diye başlayan dizeleri, ecdadın yaşadığı hazan mevsimini iliklerimize kadar hissetmemize sebep oluyor. Kemani Nevres Paşa tarafından bestelenen tanınmış formu, müzik edebiyatımızda örneği az görülen türden olup literatürde Şehnaz Divan olarak anılmaktadır. Ayrıca Saadettin Kaynak tarafından da Tahir-Buselik şarkı olarak musikimize kazandırılmıştır. Bu yazı, Türk müziği divan bahsinde değerlendirilen bu eşsiz eser hakkında uzun uzadıya bir yorum yapmak için yazılmadığı gibi müellifin takatinin sınırlarını da aşmış görünüyor. Her zaman söylediğimiz gibi musikimiz aşkımızın remzidir bu eserin gönüllerimizde yaratacağı hüznün, emsal-i teheccüd sayılmasını ümit ederim.

Son olarak niyazım odur ki Cenab-ı Mevla milletimize bir daha böylesi acılar yaşatmasın; ordumuzu muzaffer, devletimizi payidar kılsın. Bu vesileyle aziz şehitlerimize Tanrı’dan rahmet, kucağında dinlendikleri Fahr-i Kainat Efendimize salat-ü selam ediyorum.

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.