Bazı türkülerin layıkıyla anlaşılamadıklarını söylemek zorundayım. Tabii müziğin dolaylı dolaysız bin bir türlü yolla duyguları muhatap alıyor olması, her dinleyende başka bir ruh haliyle karşılık bulmasına yol açar. Bu da müziği ayrıcalıklı kılan önemli bir sanat özelliğidir.
Her müzik eseri, yaratıldığı dönemin zaman ve anlayış şartlarına bağlı olarak başka başka hislerin ses tekniği yoluyla dışavurumu olarak karşımıza çıkar. Zaman akıp gitmekte ve mekânı olduğu gibi bütün bir hayatı geri dönüşü olmayan şekilde değişime tabi tutmaktadır. Pek tabiidir ki duygu dünyamız da bu yaşam bütünlüğünün bir parçasıdır ve her kuşak doğal olarak farklı bir ruh hali ile kendi zamanını yaşayacaktır. Fakat müziği ayrıcalıklı kılan unsur, hangi döneme ait olursa olsun, her zaman yeniden anlaşılabilir bir formla güncellenebilir olmasıdır.
Müziğin bir sanat olarak sadece birtakım teknik analizlere tabi tutularak değerlendirilmesi, bu sanatın hayatımıza etkilerini anlamamız noktasında yetersiz kalır. Çünkü ses uyumluluğu yoluyla insani duygu sathında yaratılan hikayeler; üzerine oturduğu hayati düzlemi, insan denen varlığın spesifik doğası gereği, zamanla çok boyutlu bir anlam örgüsüyle donatır. Bu sebeple zaman, birçok şeyi eskittiği halde müzik için böylesi bir yıpranma söz konusu olmadığı gibi her kuşak aynı eserler üzerinden kendi duygularını ve hakikatle olan alakalarını yepyeni bir üslupla anlatabilme fırsatına kavuşur. Müziğin bu özelliğine “rahmetin tecellisi” olarak da bakabiliriz. Özellikle Türk müziği eserleri, hayata tevhit ve vahdet penceresinden bakan bir kutlu dünyanın yansımaları olduğu için en hafif denebilecek eserlerde dahi küçücük bir yerinden de olsa o mânâ iklimine atıf yapmadan nihayet bulmaz. Bu yönüyle kültürün en önemli taşıyıcısı hatta kalbi olarak müziği bir başka gözle kıymetlendirmemiz gerekmektedir.
Türk müziğinin, köklü bir mânâ dünyasının bizzat ruhunu taşıyan özelliği ile kültürümüzün en temel unsurlarından biri olduğunu tekrar edelim. Çünkü müziğimiz bir ses oyunu olmanın çok çok ötesinde inancımızın şifrelerini, notalarına sırladığımız ve bir ibâdet şevkiyle hayatımızın her alanında yer bulan duygu dünyamızın dilidir.
Son zamanlarda kulağıma çalınan, çocukluğumun, kimi zaman şarkı formu ile de duyduğum o efsanevi Gül kuruttum gül kuruttum, Yâri sinemde uyuttum türküsünü dinlerken bunları da düşünmeden kendimi alamadım. Türkünün birkaç başka sürümü olmakla beraber, hepsi de söz ve melodisiyle temelde birbiriyle benzerdir.
Musiki edebiyatımızın çok katmanlı anlatımının gücünü bu güzel türkümüzde bir başka incelikle görebiliyoruz. Gökkuşağındaki bütün renkler nasıl aynı ışığın farklı görünüşleri ise aşkın bütün halleri de aynı kaynağın muttasıl tecellileridir. Aşkın türlü kıyafetlere büründüğü türkü Leyla-Mevla ikilemini aşmış bir sevgi dünyasının en saf duygusunun notalara dökülmüş belgesidir âdetâ. Türkünün sözlerindeki edebi üslup o kadar zariftir ki aşkın, yaşamın bütün alanlarına nüfuz ettiğini ve bir duygu karmaşasına yer olmadığını ince ince işlemeyi başarmıştır.
Hayatın her anını kapsayan aşk; bambaşka kokularla, benzersiz tavırlarla karşımıza çıkıverir; kimi zaman bir kadının saçlarında, bir çocuğun gülümseyen gözlerinde, annelerin ümitli yüzlerinde, bir dostun vefasında… mehtap gibi geceyi aydınlatır ve unutulmaya yüz tutmuş o kadim “söz”ümüzü bize hatırlatıverir. Nisyanın nankörlük olduğunu sevgiliden işittiğimizde vefasızlığımız yüreğimize taş gibi oturuvermez mi? Acılarımız, sevinçlerimiz, hüznümüz, özlemlerimiz… Bütün duygular aşka ait, aşk bütün duygulara dair ve kalp kadında, çiçekte, çocukta, her lahzada, her hatırada onu görmez mi? Aşkı bir bütün olarak duyumsamak ancak “bütün bedeniyle gülen” âşıkların kârı; onun kalbi sevgiliyi, gördüğü an ezeli bir hatıranın kutlu vecdiyle tanır. Türkümüz bu aşinalığı gül harmanıyla anlatmayı tercih etmiş, ne de güzel etmiş. Gül eğretilemesi, aşk edebiyatımızın en zarif üslubu değil midir?
Duyguyu bütün “kök”üyle seslere aktaran Türk müziği, aslında bu türküde de bir mucizeyi gerçekleştirmektedir. Eserin takip ettiği güzergâh; gören gözler, işiten kulaklar ve düşünen kalpleri aşk seyranına davet eder.
Gül kuruttum gül kuruttum
Yâri sinede uyuttum
Yar söyledi ben unuttum
Ah akabinde düştü gönül
Yardan ayrılması müşkül”
Sinede uyutulan yâr ile söylediği unutulan yâr; birçok vechesiyle beraber zamanlar üstü bir ayet-i kerime tefsiri olarak da karşımıza çıkar ve ayrıca birçok sanat eserinde olduğu gibi musikimizde de “Türk Müslümanlığı” estetiğinin ulaştığı noktaya dikkatlerimizi çeker. Hiçbir ruhsal karmaşaya kapılmadan bir mısra bütünlüğünde hem “Sevgili”ye hem de sevgiliye hitap edilebilmektedir. Musiki edebiyatımızın anlatım gücü, bu itikat estetiğinden beslenmektedir. Çünkü onun anlam dünyasında yâr sevgili, sevgili de yârdir.
Şüphesiz her sanat eseri, her muhatap tarafından çok farklı pencerelerden değerlendirmeye tabi tutulacaktır. Bu bir zenginliktir. Eserin anonim müellifinin aynı gönül dünyasının bir ferdi olduğunu düşünecek olursak sözlerinin ve nağmenin ortak bir kaynağa ait olduğu gerçeğini de görürüz. Aynı pencereden baksak dahi her tecelli eşsiz değil midir?
…
Sinemde uyuyan sevgili
Şah damarımdan yakın olan yâr
Bezm-i Elest anısı unutulan dost
Hatıratım nisyan ile mâlûl
Müşkülâtım ayrılık sancısı
Ey kalbimin en kara noktası
Gönlüm bir yağmur damlası
Akıbet, düşeceği yer senin toprağın
…
Mirasımıza sahip çıkan Muzaffer Sarısözen’i rahmetle yâd edelim: