“Öz Yurdunda Garipsin”

Ali ÇakırGüzel ülkemizde “Seneler, asırlar değişse bile” değişmeyen, kaybolmayan, ihtiyaç anında ortaya atılıveren tartışmalar vardır. Bu tartışmaları taze tutanların niyeti malum; asıl umumun beklentisi ise maalesef tuttuğumuz tarafı açık edip hangi sosyal tabana dahil olduğumuzu göstermektir: Bayramımız mübarek mi olsun, kutlu mu; Allah mesut mu etsin, mutlu mu; hayırlı mı olsun, iyi mi; Mahmut mu diyelim, Mahmud mu…

 

Bütün Hıristiyan ahbabımızın “Ta Fota” bayramlarını tebrik ederek (ya da kutlayarak) sözü yormaya çalışalım. Ya Ta Fota, İslam’da kutlanan (tebrik?) bir bayram olsaydı? İçine düşebileceğimiz kuvvetle muhtemel tartışmalar:

Bu soğuk havalarda buz gibi denize girilir mi?

Efendim, farz değildir.

Bidat bu bidat, düpedüz küfür!

Yani şimdi yapılmasın demiyorum ama hiç değilse kapalı bir yüzme havuzunda olsun.

 

Askerlik günlerimizde “Yemek Duası”na; “Tanrı’mıza hamd olsun!” yerine fısıltıyla; “Allah’ımıza hamd olsun!” diye başlayan arkadaşlarımıza hepimiz tesadüf etmişizdir. Bereket versin, yemin düzeltildi de bu karmaşadan kurtulduk(!)

 

Kışlalarda kurtulduk kurtulmasına da sosyal hayatımızda Allah-Tanrı tartışmaları devam ediyor.

 

Biz de tartışmanın kenarında amma da fazla kaldık he, diye kitabın ortasından biraz lakırdı etmeye çalışalım. Madem ki kadim tartışmalarımızdandır, iki kelam etmeye bizim de hakkımız olsa gerek. Bizi meydana buyur eden; dizi ve filmlerde Müslüman olmayan karakterlerin Tanrı, Müslüman karakterlerin Allah demesi kadar birtakım çağdaş muhafazakâr filozofların, felsefe parçalarken Allah yerine Tanrı, hem de küçük harfle yazarak, demeleri oldu. “Tanrının hiçbir şeye mecbur olmamasının, öncelikle tanrılığının gereği olduğunu” (İmla kendilerine aittir.) söylemiş hazret. “Neresinden baksan gözlerin kamaşır!” Tanrı’ya yapım ya da çekim eklerini bir çırpıda eklerken (tanrıyı oynamak, tanrılaşmak, tanrılığının…) bu ve benzeri kullanımları Allah’ın kutsiyetine yakıştıramıyorlar. Tecrübeyle sabittir ki bir vakitler yazılar yazdığım filanca derginin genel yayın yönetmeni, okuyucuların da talebiyle yazılarımda Tanrı yerine Allah dememi rica etmişti. Fakat Tanrı yerine Allah dediğim yazılarımı da yayımla(ya)mamıştı.

 

Öncelikle Tanrı’nın kutsiyetinin teslimi şart çünkü Türkçe, Arapçayla karşılaşmadan önce biz, Allah kavramını Tanrı ile karşılıyorduk. El’an da karşılıyoruz. Tıpkı İngilizlerin God, Fransızların Dieu, Almanların Gott, İtalyanların Dio… ile karşılamaları gibi.  Velhasıl “Allah” ile “Tanrı” arasında hiçbir fark yok; tıpkı God, Dieu veya Gott ile farkı olmadığı gibi. Zaten Diyanet İşleri Başkanlığı’mızın yabancı dillerde hazırladığı meallere bakılırsa mebhus kullanımların varlığı görülür. Teknolojik nimet olarak meallere internet üzerinden ulaşabilir, arama kısmına bu kelimeleri yazıp bizzat görebilirsiniz. (Ben öyle yaptım, yabancı dil bilmiyorum maalesef.) Esasen bu hal zımnen şu anlama geliyor: Allah lafzının tüm dillerdeki karşılığı serbest, Türkçesi yasak!

 

Milletlerin de tıpkı fertler gibi meşrepleri olur çünkü milletler, fertlerden teşekkül eder. Milletler de kendi genel kabulleriyle fertleri biçimlendirir. Fert ve toplum arasındaki alışveriş kesintisizdir. Dolayısıyla kültür ve/veya medeniyet dediğimiz şey de böyle yaratılır, devam ettirilir. Cadılar Bayramı bize ne kadar tuhaf ve uzak geliyorsa Hıdırellez de falancaya tuhaf ve uzak gelir. Elbette ki inanma biçimi/itikat dediğimiz olgu da milletlerin sosyal gerçekliğine göre inşaa edilecektir.  Zira her şey gibi inanmanın da merkez açısı “ontoloji”dir. Varlığı nasıl algılayıp anlamlandırıyorsak inanmamız da o şekilde olur. Ontolojik itikadımız da geri kalan bütün inanma ve anlama seyrimizi, şeklimizi belirler. Çünkü ontolojinin ilk yarattığı şey “dil”dir. Dil vasıtasıyla anlar, bilir, yaratır, inanır, aktarırız. Evet, Türkçe anlayan ile Arapça anlayan; aynı dine mensuptur, aynı inanışa değil. (Bkz. Son uluslararası tartışmalar.)

 

Mecburiyet, icap vesaireye gelince…

 

Tanrı yapıp ederken mecbur olmadığı gibi keyfi (mecburun zıt anlamlısı olarak) de değildir. Sadece var olduğu için öyledir ya da değildir. Çünkü Tanrı ezeli ve ebedi olarak sürekli, sadece vardır. Sürekli ve sadece var olan da sürekli tasarruf halindedir. Tanrı’ya rağmen, Tanrı’nın haricinde oluş da mümkün değildir. Oluş ve işleyiş ilâhidir. Yalnızca sebeplere, şartlara tâbîdir ki sahne başka türlü kurulamaz. Bundandır ki “âbid” ve “ma’bûd” vardır. Biz ibadet etme makamındayız, Tanrı ise ibadet edilme makamındadır. Yoksa ki her ne var ise Tanrı’dandır, Tanrı’dadır, Tanrı’yadır. (Tanrı yerine Allah şeklinde de okuyabilirsiniz.)

 

Doğrusunu Tanrı bilir.

Tamam tamam, Allah bilir.

 

Not:

Okumaya devam etmek isteyenler, aziz hocam Sait Başer’in kitaplarına müracaat edebilirler.

  

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.