“Kendimi çekiveririm bir kenara bazen. Durup bakarım olana bitene bir an. Bir yabancı gibi, uzak bir seyirci gibi. Olanları başka zamanlardan, başka yaşamlardan görmeye çalışarak bakarım. Merakla bakarım. Anlamaya çalıştığımın ne olduğunu merak ederek bakarım. Anlamaya çalıştığıma hasret çekerek bakarım. Hasrete muhabbetin nasıl bir güzellik olduğunu fark etmeye çalışarak bakarım. Kusurlu fark edişime uğunarak bakarım. Yine de hasretime bakarım… Hasretimin muhabbetine bakarım…
Hayat… Hiç dinmeyen bir hasretten ibaret…
Ve içindeki hasretin dünya yüzündeki her bir kavuşmada eksilmediğini sadece değiştiğini şaşırarak fark edersin. Ruhunda çook eskiden beri hissettiğin hüzün, yeni varyasyonlarıyla sarıp sarmalar seni ve bununla vâr olduğunu, sadece “hüsn”e bir yolculuk yapmakta olduğunu anlarsın; yüreğin cızz, yüzün tebessüm ederken. Yokluğun hicranı değil kâh coşku kâh sessiz bir bekleyişle fark ettiğin; geçmiş-gelecek bütün anların sende saklanan hüznü…
Geçmiş, şimdi ve gelecek… Sırrı insanda saklı bir garip tasavvur. Vâkıf olamadığın bir amansız muammâ.”
Demişim bir zamanlar…
***
Ölüm, çocukların da zihnini kurcalayan sır dolu bir kavramdır ve ben evinin önünden sürekli cenaze geçen bir çocuk olarak ölümü düşünmeden edemezdim.
Kızılserçe Sokağı, 1883 yılında Sultan 2. Abdülhamid’in yardımıyla yapılan Anadoluhisarı Camii* ile 16. yy’dan beri kullanılan Göksu Deresi kenarındaki mezarlığa giden güzergâhtadır. Bizim ev, bu yolun hemen hemen tam ortasındaydı. Camı açıp alenen bakmak ayıp sayıldığından bir ölüm haberi alındığında evlerin pencerelerinde çocuklar ve özellikle kadınlar perde arkasında nöbet tutardı. Cenazeye katılanlarda tanıdık yüzler görmek, alışkın olduğumuz bir şeydi. Bunun önemini kalabalık şehirlerin ortasında apartman hayatına hapsolup akşamdan akşama evde olan yalnızlar daha iyi anlar. Hele benim gibi eski bir muhitte, herkesin birbirini tanıdığı bir ortamda yetişmişse!
Eller üstünde taşınan tabutun üzerindeki başörtüsü, kadın olduğuna dalâletti. Gelinlik örtülmüş tabutlara üzülerek bakılır ve tanıdık biri değilse genç kız olduğuna hüküm verilirdi. İmam efendi en önde yürürdü, acele yürüyüşüne bir anlam vermeye çalışırdım. Sanki mevtayı bir an önce yerine yerleştirmek için acele ederdi. Cemaatin içinde babamı bulurdu gözlerim! O zamanlar kadınlar cenazeye pek iştirâk etmezdi. Onlar daha ziyade ölü evine yemekler taşır, hep birlikte ağlaşır, helva kavurur, dualar okurlardı. Ölümün sebebi, ölünün yaşı, geride kalanlar konuşulur; gözler yaşarır ve hep bir “âh!” çekilirdi. “Hepimizin gideceği yer orası.” derdi annem. Cenaze gözden kaybolunca odanın içinde 7 adım yürünürdü. Bunun,, ölümün ağırlığından kurtulmak için yapılması gerektiğini söylemişlerdi!
Pencere önündeki sedirde oturur, refakatçıların dönüşünü kollardım. Uzun bir aradan sonra gruplar hâlinde yoldan geçerek giderlerdi. Daha uzun bir aradan sonra imam efendi tek başına geçerdi sokaktan. İşte işin en meraklı kısmı bu idi. Acele ve önden giden imam, herkesten sonra dönüyordu! Ölüye “talkın” vermek için mezar başında bir müddet kalırmış. “Talkın” bende telkin gibi bir şeyi çağrıştırmış olmalı ki mevtaya nasihat ettiğini, öte dünyaya geçerken dikkat etmesi gereken hususları hatırlattığını ve iyi şanslar dileği olarak “uğurlama duası” okuduğunu düşünürdüm. Bu arada ölünün toprağa girene kadar bir şeyin farkında olmadığını ve belki de imamın son sözlerini duyunca kalkmak için hamle ettiğini, başının tabuta vurup “tak” sesini duyunca öldüğünü anladığını söylerlerdi. Halbuki her zaman tabutla gömülmüyorduk ki! Belki toprağa verilmeden önceydi bu hareket. Hattâ yaşlı bir teyze, saçlarını kesmediğini, ölünce iki örgü yapılacağını çünkü onları tutup kalkmanın daha kolay olacağını söylemişti. Sanırım o, mahşer yerine gitmek için verilen işaretten sonrasını tarif etmişti.
Bu gün bunları gülümseyerek hatırlıyorum. Devamlı cenaze alayı gören bir çocuk olarak ve “Allah herkese böyle güzel ölüm nasip etsin.” sözlerine âşinalıktan olsa gerek ölüm ve ötesi üzerine çok düşünürdüm. Çevredeki eski mezar öbekleri ve büyük mezarlığın çok yakınımızda olması, insan hayatında ölümün tabii bir seyir olduğunu kabul etmek için bir kolaylık sağladı. Nerede bir mezar taşı görsek “Fatiha” okumamız tembihlenmişti. O Fatiha süresince ölüyle/ölülerle ünsiyet kuruyorduk belki de.
İlkokul beşinci sınıftaydım. Doğum günümde bir trafik kazası geçirdim ve günlerce kendimi bilmeden yattım. Hastahaneden çıkıp eve geldiğimde de bu acayip yarı bilinçsizlik hâli bir süre devam etti. Kaza ânını hattâ evden çıkışımı dahi hiç hatırlayamadım.
Belki de öldüğüme karar vermem, etrafımdaki herkesin alçak sesle ölümden döndüğümü söylemeleriydi. Merhamet ve anlayışla bakıyorlar ve sanki benden bir şey saklıyorlardı. Kaza şoku geçtikçe buna kendimce bir anlam vermeye çalıştım. “Ben artık yaşamıyordum! Ölmüştüm ve yaşam başka bir âlemde kaldığı yerden devam ediyordu. Böylece ölümün bir son olmadığını kendiliğinden kabullenmiştim. Nasılsa her şey yolundaydı hattâ eskisinden daha iyiydi. Ve sadece ben değil, o güne kadar zihnimde oluşmuş bütün kavramlar, ailem ve tüm insanlar, tabiat, yer gök, hiç bir şey yok olmuyor, sadece başka bir yerde “hayat” devam ediyordu. Çevremdeki herkes öldüğümü biliyor ve bu yeni yerde de bana bir şeyler göstermeye çalışıyorlardı.” Çünkü ben çok daha önceden görüp göreceğim her şeyin, bana bir şey öğretmek için vâr edildiğine inanmıştım. Bu bütün insanlar için de böyle olabilirdi ve insan sayısı kadar birbirinden bağımsız dünya vardı. Herkes kendi küçük dünyasında bir şeyler öğreniyordu. Herkes kendi dünyasını örüyordu.
Bu, ne zaman öleceğini ve sonra ne olacağını merak eden küçük bir zihnin çocukça bir sonsuzluk arzusu ve ölümle baş etme çabası idi belki.
Ağabeylerimle aramdaki epeyce sayılabilecek yaş farkı sebebiyle tek çocuk gibi büyüdüm. Akranlarımınkilere göre annem ve babam da yaşlı sayılırdı. Yani evde yalnızdım; düşünmek, cevabını alamayacağımı sandığım sorularıma kendi cevaplarımla yetinmek ve hayal kurmak için.
Bazen içinde bir sızı duyar ya insan! Nedeni belirsiz; nerden geldiği, kime gittiği belirsiz bir sızı.
Ne zaman içime bakıp sızımı tutmaya çalışsam elimden kayar, kaçar bütün nesnelerden. Nesneler birbiri ardına sıralanır, hüzünle karışık bir hasrete kucak açar. Hasret, hepsinin önünde oyalanır biraz ve tek tek bakıp bulmaya çalışır kendi sebebini. Baktıkça tek tek her birine yabancılaşır, uzaklaşır hepsinden. Bense bu oyunu izlerim sesizce. Sızımla bir olmuş, sıralanmış nesnelere bakarken içimdeki özlem büyür de büyür.
Sonra baktıkça hepsini dev bir meydanda toplanmış görürüm. Hepsi birden aynı aydınlık sahnede buluşur. Büyür oyun.
Bu kocaman sahnede insanlar, olaylar birleşip sıralanmış geçip giderken değişmeyen tek şeyi, bütün özlemlerimi âşikâr eden güneşi görürüm.
İçimde ne varsa o aydınlıkta görürüm. Onun ışığında hiç bir şeyin kaybolmadığını GÖRÜRÜM.
*
(Anadoluhisarı Camii’nde, Sultan İkinci Abdühamid’in yaptırdığına dair nuvisi Muhtar Efendi’nin tarih düşürdüğü kitabe)
Bucâmi-i kudsî esas nâr-ı kazâdan nâgehân
Yanıp bulunca indirâs hâtır-hazîn oldu cihan
Şu köy Cenâb-ı Fâtih’e olmakla fethe fâtiha
Bu câygah-ı râcihe vermişti bu câmiyle şân
Çünkü yanıp oldu harâb ihyasına kıldı şitâb
Sultân-ı Fâruki-cenâb Abdülhamîd Hân-ı zaman
Kıldıkça müminler namâz etdikçe âşıklar niyâz
Ömr-i hümâyûnun dirâz kılsın Hudâ-yı müsteân
Muhtâr tes’id eyledi târih-i mu’cem söyledi
Lutf etti tecdîd eyledi bu câmii şâh-ı cihân / 1301-(M. 1885)