“Eski bir hikâyeye göre Fatih Sultan Mehmed, Otağtepe’de İstanbul’un fethini planlarken toprağa iki tohum atar ve bu tohumlar bugün Otagtepe’nin girişinde bulunan iki selvi ağacını oluşturur. Bu selvilere uzaktan bakıldığında bir at ve üzerinde bir insan görüntüsü algılanıyormuş. Bu görüntünün Fatih Sultan Mehmed ve atını simgelediği söyleniyor.”
Otağtepe’den bakınca Güzelcehisar Kalesi’ni, Göksu Deresi’nin İstanbul Boğazı’na kavuştuğu yerdeki köprüyü, Küçüksu’yu ve Küçüksu Kasrı’nı ve Boğazın geniş bir panoramasını kuşbakışı görürsünüz. Manzara muhteşemdir. Babaannem ömr-ü hayatında Fatih’in veya kimilerine göre Yıldırım Beyazıt’ın ağaçlarını görmüş müydü, görse de hikâyesini duymuş muydu; bilmiyorum. Belki Otağtepe’ye çıkmış ve onlarla birlikte Küçüksu’daki ağaçları da muhteşem manzaranın eşliğinde seyretmişti. Kim bilir! Bildiğim, babaannemle benim Küçüksu’daki ağaçlarla taa küçüklüğümüzden tanışıklığımızdı.
Ağaçlar çocukluğumun bulutlarında ve tavan arasının tahta kaplamalarında izini sürdüğüm hayallerimdi benim. Bulutları bir şeylere benzetiriz ya küçükken! Otağtepe’deki iki ağaç gibi bütün ağaçlara onları bir şeye benzeterek bakardım; evde de ahşap tavanlarda, kapılarda ve tavan arasının tahta kaplamalarında bunu devam ettirirdim. Eski evlerde büyüyen çocukların, evin dokusuyla bütünleşmiş izlenimleridir bunlar. Geçmişin içinden gelen masalımsı izler ve merakla karışık bir macera hevesi! Belki evin eski olmasının çağrıştırdığı bazı olağandışı hikâyeler ve anıların sürekliliğine katkı hevesindendir.
Anadoluhisarı da Türklerin buralarda yerleştiği en eski yerdi. İşte, eski evler gibi oturduğumuz semt de biz çocuklara hayaller, hikâyeler, anılar ve onları çoğaltacak tabii malzeme ile doluydu. Bahçelerde kazı yapar, define arardık. Oğlan çocukları ellerinde tahta kılıçlar ve “Allah Allah” nidalarıyla kaleleri kuşatmaya koşar, surlarda dolaşırlardı. Tarihi mekânlar oyun ve keşif alanlarımızdı turistik gezilerden önce. Geçmiş, şimdinin içinde gibiydi, şevk ve heyecanla tarihi hikâyeleri yaşadığımız anlarla birleştiriverirdik. İçimizde bulunmayı bekleyen kayıp sarayımızı, bizi biz yapan özümüzü arardık bilmeden. Gezindiğimiz her yerde geçmişin izi ve kokusu kalmıştı, “İz Sürücü” olmak kaderimizdi bizim.
Küçüksu yolundaki asırlık ağaçların tepelerine bakmaya çalışırken başım dönerdi. Düşecek gibi olurken babaannemin de çocukken o yolda yürüdüğünü bilirdim. “Ben küçükken bu ağaçlar yine buradaydı, şu kadarlardı.” derken eliyle de boyutlarını tarif edişini hiç unutmadım. Belki aynı yerden, aynı mesafeden, aynı ağaçları görebildiğim için bence babaannemin çocukluğunda sadece ağaçlar yeşildi! Evet, sadece ağaçlar! Oysa o zamanlardan kalan diğer bütün anıları kesif bir duman arkasından seyrederdim. Rengi olmayan bir İstanbul… İmparatorluğun son döneminin kasvetli hâtırâsı ve işgâl yılları… Anlatılan her şey muhayyilemin uydurduğu bulanık bir grinin içinde nesnelerin siyah beyaz hâkimiyetinde cereyân ederdi.
Vatan işgâl edilmişti ve kurtarılması gerekiyordu. Ortalık renksizdi yani! Halbuki onlar çok renkli bir hayat anlatırlardı. Ve anlattıkları her şey oldukça eğlenceli, gizemli ve hattâ şahâneydi. Fakat herhangi bir endişe hissetmedim hiç, “Vatan elden gidiyor!” telâşı yoktu anlattıklarında. Belki yorgun imparatorluğun çocukları bazı şeyleri olduğu gibi kabullenmişlerdi. Ve zaten çocuktular henüz. Belki İstanbul’daki padişahın (halifenin) varlığı ve ona olan bağlılık-itimat, belki der-saadette yaşamak ve aidiyet duygusu “Eninde sonunda giderler.” inancını getiriyor ve aksini dillendirmekten hattâ düşünmekten kaçınıyorlardı. Ya da geride kalmış günlere dair yaşanan korku ve sıkıntıyı o günlerde bırakmışlardı, anmıyorlardı artık. Zaten vatan kurtulmuştu.
Anadoluhisarı’nın ve ailemin bence sırlı hikâyeleri… “Küçüksu’da Gördüm Seni, Gözlerinden Bildim Seni” şarkısının kim için yazıldığı meselâ, Göksu’da gezinen şehzade kayıkları, babaannemin 15 yaşında iken 40 yaşlarındaki dedemle evlendirilişi, gelinliğini sokakta oynayan arkadaşlarına camdan göstermesi, her yeni ayakkabıya isyân eden babamın yalınayak koşturmakta ısrar etmesi, halamın süslenmeyi sevmesi, karşı köşkte oturan ve Arap asıllı olduğunu söylediği delikanlıdan gelen mektubu arkadaşlarıyla evde saklayacak yer arayışları, ceviz kabuklarından mumlar yapıp gece havuzda yüzdürmeleri, Körfez’deki sandal sefaları, çocukluğun neşeli ya da sıkıntılı günleri, her yeri evlerinin bahçesi imiş gibi görüp serbestçe dolaşmaları, Boğaz’a gelen buzlar, balık akınları, sevdâlar, evlilikler, boşanmalar, kavgalar, bayramlar…
Benim çocukluğum o anlatılanları sokaklarda, bahçelerde, merdivenlerde, muhtelif evlerde, deniz kıyısında, Kandilli, Hisar ve Kanlıca’da kovalayıp neredeyse yeniden yaşamakla geçti. Babamın bir gün Yenimahalle’deki evde duyduğu derin üzüntünün ardından Küçüksu’ya koşarak gelip hangi ağaca sırtını dayayarak ağladığını tahayyül ederdim. Ve aradaki mesafeye rağmen her yerin nasıl bu kadar yakın olabildiğinin bir çocuğa hissettirdiği güven duygusunu ben de yaşardım.
Beyaz Rusların gemilerle Boğaz’dan geçişi, İstanbul’da konaklamaları ve dedesinin babama onlardan satın aldığı deri ceket… 6-7 yaşlarında olmalı… Küçücük kafasıyla gemi güvertesindeki sefâleti fark etmişti. “Oooo, kadınlar güverteye ip gerip çamaşır kurutuyorlardı. Çok zavallı bir haldeydiler.” diye anlatmıştı. Babam için devletin önemi ve kutsallığı, sonraki yıllarda İstanbul’da kalan Beyaz Rusların durumu üzerinden de teyid ediliyordu. Vatan ve devlet vazgeçilmez varlığımızdı.
Bütün günlük hâtırâlar benim için bir mukayese imkânı idi aynı zamanda. Vatanın durumu ve bizimkilerin gündelik hayatı… İşgâli ve hayatı mukayese ediyordum. Ve ülke düşmanlarca kuşatılmışken hiçbir şey yokmuş gibi yaşamaya devam etmeleri ne tuhaftı!
Ben cumhuriyet kurulmadan eceli ile ölenlere bile şaşardım. Yani o hengâmede ölmek çok akıl dışı idi. Sanki zamanın o noktasında insanlar her şeyi, ölümü bile, ertelemeli; kurtuluş için mücadele etmeli, sonra kaldıkları yerden yaşamaya devam etmeli ve daha sonra ölmeli idiler. O günlerde sadece şehit olunurdu.
İşgâl askerlerini, hangi yabancı ordunun nereyi parsellediğini ifadesiz bir yüzle anlatmalarını şaşırarak dinlerdim. Düşmanla savaşmalıydılar ya! Oysa işgal sona erdiğinde babam 10 yaşındaydı daha. Babamın anneannesinin kardeşi, Osmanlı subayı İrfan Dayı, babamı kucağına alıp eline bir makas tutuşturarak mavi beyaz çizgili masa örtüsünü göstermiş; “Hadi bakalım aslanım, kes şu Yunan bayrağını!” demişti ve bu benim göğsümü gururla kabartmıştı! Duyduğum en acıklı (!) hikâye, sıcak bir yaz günü kadınlara mahsus plajda (deniz hamamı derlermiş) halamın ve arkadaşlarının kısa bir süre mahsur kalmaları idi. Bunlar denize girip serinlerken birden plajın kilitli kapısı zorlanmaya başlamış. İşletmenin sahibi Leman Hanım (Ddını hiç unutmadım, nefes almadan dikkatle dinlerdim her şeyi.) tahta perdenin aralığından baktığında ellerinde içki şişeleri, körkütük sarhoş birkaç Yunan askeri görmüş ve kızlara parmağıyla “Sus!” işareti yapmış. Onlar da suda korku içinde kıpırdamadan beklemişler. Askerler kapıyı zorlasalar da içeriden ses çıkmayınca kimse yok sanıp gitmişler. “Ya kapıyı kırsalardı!” diye hâlâ o korkuyu yaşayarak anlatırdı rahmetli. Bir de çetecilerin, fidye için amcamı kaçırma teşebbüsü söylentisi var. İstanbul civarında çeteler var mıydı, bu hikâye ne derece doğru idi? Bilmiyorum!
Okulda öğrendiklerim ve evde dinlediklerim arasında bazı kopukluklar vardı. Meselâ okulun aksine evde padişahlar hakkında tek kötü söz duymadım. Hattâ seslerini kısarak “İttihatçıydı” dedikleri İrfan dayının, Abdülhamid’in tahttan indirilmesi sırasında vazifeli olduğunu ama “gözyaşlarını tutamadığını” anlattığını söylerlerdi. İttihatçı subayın padişahın hallinde gözyaşı dökmesi! İttihatçılığın ne olduğunu bilmesem de pek iyi bir şey olmadığı belliydi yüz ifadelerinden. Ama subay bizim askerimizdi. Hem gözyaşları padişaha sevgisini, saygısını da gösteriyordu. Kafamda bunları evirip çeviriyor, hepsine kendimce bahane bulup aklıyordum. Aklım biraz karışır gibi olsa da bu çok kısa sürüyordu. Fakat hiç “hain padişah” gibi bir kavram oluşmadı zihnimde. Devletimizin başındaki herhangi birinin hain olması fikrini “bize” yakıştıramadım hiç! Görgü tanıklarımdan (!) dinlediklerim bende ne padişaha ne askere ne de cumhuriyete kıyamayan bir vicdan oluşturmuştu.
Babam koyu bir Demokrat Partili idi ve Adnan Menderes’e taparcasına bağlıydı. 27 Mayıs İhtilâli’ni ve ihtilâlcileri her fırsatta lânetlerdi. Fakat “Türk Ordusu” dendiğinde heyecanla titrer; Türklüğü, Türk Askerini yere göğe koyamazdı. Sonradan bunları birbirine ekledikçe bizi biz yapan, olmazsa olmaz hasletlerimizi fark ediyordum. Biz birey olarak bir şeyleri kaybedebilirdik lâkin vatanı kaybetmek en büyük korkumuzdu. Zaman zaman kavgalarımız olsa da birliğimizin bozulmasına tahammülümüz yoktu, belki bunun için birbirimizi bunca yıpratıyorduk, dışarıdan gelen en küçük bir yan bakış kime olursa olsun hepimizi birden çileden çıkarıyordu. Devlet bilinci çok gerilere giden insanlarda kendiliğinden bir birlik hissi oluşmuştu. Devlet ve millet bir bütündü. Küçücük yaşımda imparatorluğun son dönemi ve işgâl yıllarını kasvetli renklerle tanzim edişimi ve hiçbir şey yokmuş gibi yaşandığını zannedip bunu içime sindiremeyişimi ancak böyle izah edebiliyorum.
70’li yılların başında babaannemin ağaçlarının çoğunu kestiler. İstanbul Boğazı’na ilk köprü yapılıyordu ve güzelim Küçüksu şantiye olmuş, hepimizin “bahçesi” artık ot bitmeyen demir ve beton yığınına döndürülmüştü. Hem ailemin izini sürdüğüm ağaçlar hem de kendi çocukluğumun yaz günlerinin ve gecelerinin büyüsü yok oldu.
Sonra bir Temmuz gecesi Yıldırım Beyazıt’ın ağaçları, bir zamanlar İstanbul’un siyah-beyaz, puslu günlerine şâhit olduğu gibi, 70’li yıllarda Küçüksu’daki kardeşlerini kurban verdiği köprüyü aynı dehşetle seyretti. Yeni bir işgâl planı devredeydi!
Sonra gezindiği her yerde geçmişin izini ve kokusunu duyanlar, “İz Sürücüler” içlerindeki kayıp sarayın kapısını araladılar. Kim bilir, u/yanmak belki ancak “İz Sürücü” olmakla mümkündü. Ve u/yananlar kayıp saraylarına şehit olarak girdiler. Yaşayakalanlar ise o sarayın sahiciliğinin varlıklarında tescillendiğine şâhit oldular.
Ağaçlarımız! İstanbul’a girişimizden beri orada olanlar! Yukarıdan baktıklarında babaannemin ağaçlarını görmüyorlar artık ama tâ o zamandan geleceğe bakıyorlar. Küçüksu’dakiler geçici ve efkârlı bir döneme aitti. Otağtepe’dekiler ise bizim en güçlü zamanlarımızı, ufkumuzu, ümidimizi, köklerimizin gücünü temsil ediyor. Benim de onların gövdesinde, dallarında gördüklerim, köklerinin ifade ettiği anlam, uzak görünen köklerin, toprağın derinliklerinde buluşması ile ilgili hayallerim devam ediyor.