Size binlerce yıllık bir geçmişten ama bugün, çok eskiden tanıdığım küçük bir kızın muhayyilesinden sesleniyorum. Ben İstanbul’un, şehirden beslenip büyüyen efsanelerin ruhuyum. İnsanların bilinçaltından beslenir ve sonra onu tekrar oluştururum. Bir ortak bilinçaltı gelişir böylece. Anlatıldıkça değiştirilerek büyür, büyür; insanları sarıp sarmalar, bazen korkuyla ürpertir bazen umutla beslerim.
Çok eskiden tanıdığım bu küçük kız, İstanbul Boğazı’nın Anadolu kıyısında eski bir evde doğdu. Güzelcehisar Kalesi’nın surları altında büyüdü, evinin önündeki dereden balık tuttu, akşamları kurbağa seslerini dinledi. Terkedilmiş ıssız bahçelerde oyunlar oynadı. Denize baktığında karşı kıyıda Rumelihisar’ını seyretti. Metrûk evlerle, hiç korkmadığı mezarlıklarla çevrili bir çocukluk yaşadı.
Benim sesim de tarihi surlarda, dere yataklarında, terk edilmiş evlerde, ıssız bahçelerde, dehlizlerde, eski sarnıçlarda, denizde, tepe üzerinde herhangi bir kayada, asırlık bir ağaçta yankılanır. Küçük kızın yaşadığı yerler gibi… Hikâyelerim çoktur, çoğu zaman korkutucudur. Merakla dinler, zihninde evirir çevirir, aklınca bir sebep bulmaya çalışrdı onlara. Ürpererek karanlıkta ve çatı katında beni arar, doğruluğumu test etmeye çalışırdı. Eski evin tavan arasındaki büyük nineden(haminne) kalma sandıktaki yıpranmış tilki etolün gözlerine dayanabildiği kadar bakar, sonra sandığı hızla kapatırdı. Telâşını belli etmeden, ağır adımlarla merdivenleri iner, ev halkının arasına karışırdı. Karanlığın kendisinden korkmaz ama bilerek son anda aklına “korkunç bir şey” getirirdi. Sonra yine yavaş adımlarla oda kapısına ilerler ve hızla açıp içeri girerdi. Korku ve paniğini meçhul bir varlığa belli etmezdi aklı sıra. Aman! Korkusunu fark ederse fenâ bir şey yapabilirdi o varlık.
Benim efsanem; şehrin her tarafındaki yatırlarda, türbelerde de yaşar. Annesi, eline tutuşturduğu birkaç mumu “Dede’ye” “diktirmek” için gönderirdi. “Dede” sokağın kenarında bir küçük türbe. “Dede’ye Mum Dikmek” alıştığı bir ritüeldi, “Dede’ye Mum Adamak” annesinin sıkça yaptığı bir seremoni. Mumların altını ısıtarak veya yaktığı mumu damlatarak dikilecek yere yapıştırmak çok eğlenceliydi. Bu iş bittikten sonra aceleyle üç “kuluvallah, bir elham” (!) okumayı ihmal etmezdi. Uzaklaşana kadar mumların sönmemesine dikkat eder, icap ederse gider, yeniden yakardı. Ancak bunu bazı arkadaşlarının görmesinden kaçınarak yapardı. Henüz bu tür şeylerin hurâfe olduğu yaygın değildi. Ama onlar, dinsel (!) şeyleri küçümseyen, “aydın” ailelerin çocuklarıydı.
Yıllar sonra mum diktiği yatırın Yıldırım Beyazıt’ın askerlerinden ve adının Kavacık Dede olduğunu öğrendi. Şimdi ismi ve yaşadığı yıllar küçük bir tabelaya yazılıp küçük türbenin üzerine asıldı. Ama “mum diken” kalmadı.
Annesi yeni evliyken bir gece evin hayat denilen büyük sofasında gelinlikli çok güzel bir kız görmüş ve bağırarak bayılmış. Tabii herkes uyanmış. Eğer bağırarak başkalarını haberdâr etmeseymiş yıllar sonra mutfakta balık kızartırken o Arap bacıyı görmezmiş! Tabii yine bağırarak bayılmış!
Mahalledeki evlerin bazılarında geceleri evliyalar gezerdi. Hâne sâkinleri onlara temiz havlu ve ibrikte su bırakırdı. Sabaha karşı takunya seslerini duyar, sabah havluyu ve yerleri ıslak bulurlardı. Gelip, abdest alırmış hazret!
Annesinin amcası Çanakkale’de şehit olmuş. Askere giderken eşi hâmile. Şehit haberi bebek doğmadan gelmiş. Aylar sonra küçüğe bakan babaanne, odaya girip beşiği boş bulduğunda telâşlanıp her yeri aramaya başlamış. Can havliyle dışarı fırladığında kundaktaki torununu bir ağacın altında yatar bulmuş. Şehit babanın evlâdını görmeye geldiğini, ağacın altında sevip oraya bıraktığını anlamışlar. İşte onun için belli bir süre bebekler ve lohusalar yalnız bırakılmazmış. Yâhut koruyucu olarak yanlarında Kur’an ve süpürge bulundurmak şartmış!
Evde baba ve babaannesinin de kuralları (!) vardı; ceketin düğmeleri birisine doğru iliklenmez; gece sakız çiğnenmez, aynaya bakılmaz, tırnak kesilmez! Düşen ekmek ufağı üç kere öpüp alına götürülür. Pabuçlarını önce sağ ayakla giymek, hiçbir zaman belâ okumamak, yere ekmek kırıntısı dökmemeye dikkat etmek dışında bunları pek önemsemedi.
O küçükken Küçüksu Çayırı’nda semtin maçı öncesi ihtiyar kadınlar çimenlere oturup yer kaparlardı. Ve izlemeye hazırlanırken mendillerini düğüm yaparak karşı takımın kısmetini bağlarlardı.
Telli Baba’ya gidilirdi. Boğaz’da tam karşısındaki Yûşâ Tepesi’ne de. Eniştesi, Yûşâ Peygamber’in bu tepenin üzerine oturup ayaklarını Karadeniz’de yıkadığını söylemişti gülümseyerek. O zaman mezardakinden daha uzun olmalıydı boyu!
Okunmuş sular içmek, muska takmak, kurşun döktürmek garipsenmezdi. Her türlü sıkıntısı olan “nefesi” olan bir teyzeye okutulurdu. İçinden dualar okuyan yaşlı kadının esnerken gözleri yaşarırdı. Esner, esner; o esnedikçe sıkıntı geçerdi. Ne kadar çok esnerse o kadar fazla nazar (ağırlık) var demekti.
Peri kızları, mezarlık hikâyeleri, kuyuların içinde, ağaç diplerinde yaşayan cinler… Ve buralara çöp atıp bulaşık suyu dökerek çarpılan insanlar… Bütün eski yapıların esrârengiz masalları… Hurâfe denilen hikâyeler…
Bugünlerde insanlar, bana inanmadıklarını söyleyerek yeni hurafeler yaratıyorlar. Gülüyorum tabii.
Ben böyleyim; dinlerim, beklerim, biriktiririm. Ve zamanı geldiğinde bir ıssızdan âniden karşısına çıkarım insanoğlunun. Bekleyip biriktirenin kendisi olduğunu sezdirmeden…