Zamanın Ruhu

16790519_1306416416091473_195720817_nYapma istidadının nakıs olmaması, yapma eylemini doğurmuyordu. Tüm yanlışlıklar, düzensizlikler de bundan mütevellitti belki de.

Bir sürü bahanesi dahi olabilirdi, hayallerin gerçekleştirilememe sebebi olarak gösterilenlerin. Zamansızlık, baştan aşkın işler ve çaresizlik adı altındaki tüm vazgeçişler… Öyle veyahut böyle o, bu, şu… derken harcanan kıymetli ömürler vardı. Ve dahi “Ne için?” sorusu sorulmadan akıp giden zamanlar…

Yarınlar birikip de gelecek adını aldığında dünlerimiz de -birikmeye pek hevesli olmasalar dahi- geçmiş adıyla tezahür ediyordu.

Dün, dünde kalmıyor; her anı her ana meydan okuyup hüzne gark ediyordu. Hayal kırıklıkları, hayat kırıklığına dönüşüyor, paramparça ediyordu. Kabiliyetsizler, pişmanlıklar ve dahi nice nice ünlem işaretiyle biten serzenişler… Geçmiş, tüm bunların mecmuundan ibaret olmasa da daha çok karanlık vechesiyle taberüz ediyordu. Buna rağmen gelecekteki mühim ve faal rolünden de taviz vermiyordu. Geçmişin tüm bu menfi anlamına binaen midir, bilinmez; beşer daima maziyi unutma meyline düşer ve bunu da başardığını zannederek kendisini kandırma yolunda mesafe kat etmekle meşgul olurdu. Ancak unuttuğu bir husus vardı ki geçmişe ket vurunca geleceğin daha pir ü pak olacağı hissi aldatsa da deneyimlenen her şeyin yarınlardaki payı küçümsenemeyecek kadar ziyade idi.

Oysa gelecek, ne kadar da ümitvar ve davetkârdı… Planlar, hayaller ve umutlar ile tezyin edilmiş vaadler manzumesiydi yarının adı.

“Kaptırma özün, üzgü yaman, bil!

Boş düşleri at, kaygıyı ez gil,

Toprak sana bağraçmadan önce

Irmak boyunu, bağları gez gil.”

Böylece Ömer Hayyam, gelecek namına tüm menfi hisleri atmak için gerekli nasihatleri bir rubaide toplamıştı, sanatındaki ustalık sayesinde. Yine gelecek kaygısının şeytanın vesvesesi olduğunu bilmek, âtiden nasiplenecek derecede istifadeyi mümkün kılabilirdi.

Tüm bunlar, zaman mefhumunun da içerdiği âti ve mâzi kavramlarıyla beraber her şeyin zıttı ile mücehhez olduğunu bir kez daha kanıtlıyordu. Gece ile gündüzün bir günü oluşturması gibi geçmiş ve gelecek de bir ömrün cüzleriydi. Ancak bu üleşte teşbihtekinden farklı bir husus vardı. Zira geçmiş, mütemadiyen gelecekten pay alma yarışındaydı. Ömrün yekununa erişmek için azimle dünleri heybesinde biriktirmeyi vazife addetmisti kendisine.

Bu sebeple hayat ile baş edebilme kuvvet ve kudreti zamana atfedilen değerle de ilişikti şüphesiz. Yaşı kemale ermişlerin genç kuşağa sürekli tekrarladıkları “Bu yaşlarınızın kıymetini bilin!” nidası da bu atıftan izler taşıyordu belki de.

O nasihat ki içinde pişmanlık, özlem ve evham taşıyordu. Pişmanlık taşıyordu çünkü geçmiş çoktan geçmişti ve zamanın geriye akışı söz konusu dahi değildi. Geçip giden her anın daha verimli değerlendirilebilir oluşu içi yakıp kavuran hususlardan biriydi. Özlem taşıyordu çünkü anılar kuşatıyordu bugünü ve belki yarını. Bu sebepten hüzne tabi olmak gayet tabii idi. Evham taşıyordu çünkü nasihati alacak olan zât da zamanın ruhundan bihaber yaşayabilirdi. Kim bilir belki de bu endişenin gücüyle nasihat ediyordu beşer.

Tüm bunların anlaşılabilir yanları olsa dahi bu hayat fani de olsa dünya, solunmadan bilinemezdi. Dolayısıyla deneyim her şeyden muteberdi. Okumadan bitirilemeyen kitaplar gibiydi her birimizin hayatı. Şayet şanslı isek ve de kitabı okuyan birileri varsa çevremizde gelecek sayfalardan ipuçları alabilirdik yalnızca. Bu kitabın sonu ise herkesçe malum idi. Yani “Sakın, sonunu anlatma!” ikazı beyhude idi. Son zaten kitabın başında anlatılmıştı. Mühim olan müstakim olmak, dosdoğru yaşamaktı ömrünce.

Akşam şairimizin Göl Saatleri’nde de yazdığı üzere:

“Nasıl dinlersen öyle dinle bakın

Dalların zirvesindeyiz ancak

Yarı yoldan ziyade arzdan uzak

Yarı yoldan ziyade maha yakın”

Şöyle ki dalların zirvesinde olmak yani insanın yaratılış itibariyle dünyadaki en üstün mahlûk olması ömrü miktarınca imtihana tabi olduğu hakikatini değiştirmiyordu. Hayat, bu hâl ile anlatılırken ve ölüm her an ensemizde iken zaman ile baş edebilmek elbette zor. Zor olan her şey mücbir bir sebepmiş gibi güzel telakki edildiğindendir midir, zamanı bu derece değerli kılan? Yoksa imtihanın asli unsuru olan beşerin yarıştaki tek rakibi olmasından mıdır zamana yüklenen bu kutsiyet?

 

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.