Merak Etme Sen

15284816_10211003322343045_1113156173336649045_nMerak, ilginç bir şekilde hakkında en az düşünülen ve yazılan duygulardan biri. Bu sebeple merakın birinci dereceden felsefi bir kavram olarak karşımıza çıkmadığını görüyoruz*. Birçok şeyi merak eden insanoğlunun, merak duygusunun kendisine aynı düşünce yoğunluğuyla eğilmediğini söyleyebiliriz.

Felsefi düşüncenin bir başka deyişle hikmet arayışının da merak edilerek sorulan sorularla başladığı kabul edilir. Bir önceki yazımızdan yola çıkarak “düşüncenin cazibe merkezinin fıtrat olduğu” görüşünü devam ettirirsek aslında merakın soyut olarak “düşünce” kavramıyla ayrıştırılamayacağı kanısına varılabilir. Düşüncelerimizin dönüp dolaşıp fıtratımıza yönelmesiyle aşka merakımızın ezelden olduğu anlamını da çıkarabiliriz. Bu fikrin verdiği cesaretle Merak’ın Aşk’a dair bir duygu olduğuna kim itiraz edebilir? İbrahim’in sorusunu bu persfektiften de değerlendirebiliriz.

Merak duygusunu belirgin sınırları olan bir kavramlaştırmaya bağlı tutamayız. Buradan duygunun -diğer duygular gibi- spesifik yapısı gereği düşüncenin gelişimi ve anlam verme ihtiyacı bakımından ne kadar hayati öneme sahip olduğu hakkında bir fikre varılabilir. Bu duygu, düşüncelerimizin üzerinde seyrettiği bir otoyol gibidir âdeta. dolayısıyla merak duygusunun körelmesi ya da köreltilmesi düşünce yürüyüşünü kesintiye uğratır.

Duyguyu “ruhbilimsel değerlendirme fonksiyonu” diye tanımlayan düşünürleri ve felsefe sözlüklerini dikkate alacak olursak merak, korku ve benzeri duyguların primitif olduğunu kabul etmek zorunda kalırız. Oysa bırakın duyguları, herhangi bir ‘şey’in herhangi bir zaman ve mekânda ilkel olduğunu varsaymak birçok çelişkiyi beraberinde getirir. İlkel olanın zamana bağlı (kronolojik) olarak tanımlanması bile bizzat zamanın göreceli olması sebebi ile felsefi ‘ilkellik’ tanımının açmazlarını çoğaltmaya yeter. Her türden evrilmenin, kaçınılmaz olduğunu varsaydığımızda bile ortaya çıkan çelişkilere tatmin edici cevaplar bulmakta zorlanıyoruz. İlkellik kavramının yüklendiği içeriğe dair bu eleştiri dahi her ne kadar çelişkiler barındırıyor gibi görünse de yazının, asıl hedefinden sapmaması için konunun bu yazı için tali sayılabilecek boyutu hakkındaki görüşümüzü açıklamakla yetinmiş olacağız.

Merak kelimesinin rikkat ile olan yakın akrabalığından yola çıkarak merakı, ilgi alanımıza yönelik incelik ve duyarlılığımızı tahrik eden ateşleme mekanizması gibi de görebiliriz. Böylelikle merak kelimesini sözlük karşılığı olan incelik ve duyarlılık gösterme anlamlarını, tanımlama olarak kullanıp kısmi bir kavramlaştırmaya tabi tutmuş oluyoruz. Bu yaklaşım işimizi biraz daha kolay hâle getiriyor.

Ayrıca merak duygusunun popüler kullanımındaki birtakım anlam kaymalarını da konumuz dışında tutacağız. Çünkü insani ilginin herhangi bir alana olan yönelişi, hayatın rutinleri içerisinde merak bağlamında değerlendiriliyorsa da geçici ya da zorunlu ilgi alanları ile olan münasebetlerimizin, bizim her ilgi yönelişini, -mümkün olduğu kadar bir kavram gibi ele almaya çalıştığımız- merak duygusunun sınırları dâhilinde değerlendirmemiz konuyu kastımızın dışına çıkarabilir. Oysa kastımız merak duygusunu önce soyut olarak irdeleyip ardından bu duygunun bilgi ve anlam üretme kültürümüzdeki önemini kavramaya çalışmak.

Para kazanmak maksadıyla pazarlama faaliyetlerini geliştirmek isteyen birinin konusu ile ilgili yayınlara ilgi duyması, gündelik yaşamda geçici bir merakın göstergesi gibi görülebilir. Bir başka örnekteyse komşusunun özel yaşamına ilgi duyup bu konuda bilgi toplamaya ve mahremiyeti ihlal ederek gözlemler yapmaya çalışan birinin bu hareketi de gündelik dilde meraklılık olarak tanımlanır. Çoğu zaman bu ve benzeri birçok fiil olumsuz da olsa merak duygusunun yansıması olarak görülür. Oysa bu eylemler duygunun kendisi değil yanlış veya doğru yönlendirmelerin, yönelimlerin sonuçlarıdır.

Bilme ve anlamayla beraber güzellik arayışımızı teşvik eden bir satıh olarak merak duygusunun, bizi sürekli iz sürmeye sevk eden işlevsel özelliği göz ardı edilemez. Düşüncenin takibini diri tutmaya olan katkısının ise kafeinden daha etkili olduğunu herkes kabul eder. Tabii olarak yine merakın tahrikiyle başlayan öğrenme çabamız, öğrenilen her yeni bilginin bilincimizde kişisel olarak oluşturduğumuz yepyeni karşılığı, anlam dünyamızın diğer öğeleriyle uyumlu bir birliktelik arayacak ki manayı geniş bir zaman ve düzlemde kıymetlendirebilsin. İşte bu arama ihtiyacı yeni bilgilere ulaşma merakını doğurur. Bu açıdan bakıldığında ihtiyaçlarımızın hiyerarşik olarak yapılandırılmasına katılmak pek mümkün görünmüyor; sözü edilen hiyerarşide varoluşumuzu anlamlandırma düzeyi en son madde olarak görülüyor. Fakat insan olarak bu anlamlandırma arayışımızın mucizevi sorularını, neredeyse doğduğumuz günden itibaren sormaya başladığımızı biliyoruz. Her yeni soru, kendisine bulunan cevap ne kadar tatmin edici olursa olsun, bir başka merakı uyandırmak özelliğini de kendi içinde doğal olarak barındırır. Tarif etmeye çalıştığımız süreç, neresinden bakarsanız bakın, merak duygusunun neşeli bir tabiata sahip olduğunu gösteriyor. Böylelikle duygularımızın da eşsiz bir fıtratı olduğu sonucuna varabiliriz.

Yukarıdaki yaklaşımda görüldüğü gibi çözümlemeye çalıştığımız duyguyu imkân dâhilinde bir kavram gibi ele almaya çalışıyoruz. Çözümlemeyi yaparken dikkat etmeye çalıştığımız husus ise analitik düşüncenin çözümlerken bağlamından koparmak gibi yan etkilerini mümkün olduğunca bertaraf etmeye çalışmaktır.

Genel olarak salt duygunun özelde ise merak duygusunun, çocuksu, yetişkince veya entelektüel bir özellik olduğunu söyleyebiliriz. Bunu çoğaltabiliriz de: kadınsı, erkeksi, akademik vd. Bakış açımızı değiştirerek bir yetişkinde çocuksu meraktan söz ederken tersini de söyleyebiliriz, hattâ hayatı boyunca disiplinli bir eğitime tabi olmamış bazı kişilerde bile bir münevverin merakına rastlayabiliriz. Bireyin hayatının her aşamasında doğal bir özellik olarak görülen merak duygusunun, ona çoğu zaman tatmin olma ihtiyacının giderilmesinin bir yolunun aranması aşamasında rastlarız. Bazen ortada görünür hiçbir sebep yokken merak duygumuzun “bilinmeyen” bir kaynaktan gün yüzüne çıktığını görürüz. Bu beklenmedik merak çıkışının ilk etapta anlaşılabilir bir karşılığı yokmuş gibi görünür. Duygu, bir körleştirme veya bir iğdiş edilme sürecinden geçmemiş ve tabii özelliğini devam ettiriyorsa kişinin ilgisi ve bu ilgiye bağlı sorularıyla zihnini aralıksız olarak meşgul etmeye devam eder. Yani yitiğini, bilinçli veya bilinçaltı dürtülerle bile olsa arayabilmenin devamlılığını sağlar. Bu pencereden baktığımızda merak duygusu sonuçları itibarıyla müsbet veya menfi çağrışımlar yapıyorsa da hem ilk kalkış noktası olarak hem de yalın hâliyle olumlu bir insiyakla belirginleşir.

Bu değerlendirmeler ışığında merak duygusunun bireyin benzersiz karakterinin gelişime gösteren her merhalesinde kesintiye uğramadan sürdürülebilmesi için özellikle desteklenmesi gerektiğinin altı çizilmeli. Hattâ eğitimin kalitesi ve veriminin artırılması için pedagojik biçimlemenin oluşturulması safhasında merak duygusunun doğal sürekliliğinin muhafazasını sağlamak gibi bir yaklaşımın, bir bilim dalı hassasiyetinde ele alınması gerekiyor. Duyarlılığımızın abartılı olmadığının kanıtı olarak merakın boşalttığı alanın hiç vakit kaybetmeden ezberle doldurulmuş olmasını gösterebiliriz. Bu kanıt bile tek başına merak duygusu konusunun ne kadar hayati olduğunu açıklamaya yeter sanıyorum.

Merak duygusuna getirmeye çalıştığımız bu küçücük düşünce açılımı neticesinde karşımıza merak duygusuna zıt bir başka duygu biçiminin çıkacağını zannederken onun yerine ezber fiiliyle karşılaştık. Gördük ki merakımızın bittiği yerde ezber başlıyor. Eyleme dönük olumlu bir duygunun terk ettiği alana, olumsuzladığımız bir fiil olarak ezber yerleşmiştir. Ezberin konforlu yapısı ile merakın dur durak bilmeyen cezbeli doğasının bir arada olması zaten mümkün görünmüyordu. Merakımız tükendiği andan itibaren sorularımızın da bittiğini, ola ki yanılıp da hikmetinden sual edecek olursak cevapların yine ezber havuzunda alesta personel beklediğini gördük.

Düşünce maceramızda merak duygusunun körelmeye başlamasının neredeyse milâdı sayılabilecek tarihi bir yol ayrımından söz edebiliriz. Bu yol ayrımının başlangıç noktası bilgi kaynaklarımızın düalist bir tasnife tabi tutulduğu yerdir. İlmin, dini ilimler ve dini olmayan ilimler olarak ikiye bölünmesiyle başlayan ayrıştırma yoluyla madde ve mana iki ayrı düzlemde ele alınır oldu. Hâlâ içinden kurtulmaya çalıştığımız yüzlerce yıllık tuzağın adıdır bu anlamsız ayrıştırma. Esasen bilim düşüncesine ek olarak dini bilimler diye ayrı bir başlığın kabul edilmesi bugün devam eden yanılgılarımızın başlıca sebeplerinden sayılır. Üzerinde çok az düşünürün kafa yorduğu bu elim tuzağı etraflıca irdelemek yazımızın sınırlarını aşar. Yine de biz günümüzde merak hissiyatımızın zayıflamasının temel nedeni olarak bu ayrışmayı gözlemlediğimiz için daha önce keşfedilen bu elim yanılgıyı hatırlatmak zorunda kaldık. Çünkü bu köksüz ayrıştırma, ontolojimizi temelinden sarsan ikili bilgi kaynağı algısını zihinlerimize öyle kazımış ki titrlerini apolet gibi omuzlarında taşıyan İslâm dünyasının sözde “koskoca” ilim adamlarının hatırı sayılır bir kısmı, bu iki kaynaklı düşünce üsluplarıyla sorunlarımızı daha da derinleştirmekten başka bir şey yapamamaktadırlar. Diğer taraftan Nehrin Ötesi’nden serpiştirilmiş tohumların zenginliği ve çeşitliliğinin en kıymetli hazinemiz olduğunun farkındayız. Özellikle son yıllarda bu tohumların yeşermeye başladığını görmek bizim için şükür sebebidir.

Bir tarafta din düşüncesinin bilimden ayrı ele alındığı yani donmuş bir vahiy anlayışı, diğer tarafta sözde ‘dini’ düşünceden bağımsız her geçen gün yeni keşiflerle gelişen bilim dünyası. “Dini bilginin tamamlanmış olduğu” düşüncesiyle ezberin yeterli görülmesi, üstüne bu ezberlere yönelik eleştirilerin din dışına çıkmakla itham edilmesi, sonuç olarak düşünce dünyamızın bugün içinde bulunduğu düzeyi yeterince anlatıyor sanırım.

Merakı öldürmenin en kestirme yolunun yukardaki ayrıştırmanın neticesinde ortaya çıkan skolastik ezber anlayışı olduğunu hiç abartısız söyleyebiliriz, “… zaten elimizde keşfedilmiş hazır doğrular varken (bir althukuk metnine dönüşmüş olan) din anlayışımız hakkında yeni bilgiler arayıp güncel yorumlar geliştirmek anlamsız görünmektedir! Böylelikle değişen hayat şartları için güncel varoluş anlamları üretmeye çalışmak beyhude bir çabadır. Kitap inmiş ‘din tamamlanmış’tır, ‘din alimleri’ de ihtiyaçlarımıza cevap verecek rivayetleri zamanında yorumlayarak, çok şükür, bize ulaştırmışlardır. Dolayısıyla bu meselelerde merak edilecek, bilinmedik bir nokta aramak fitneye yol açar. İlmin en efdal olanı kutsal metnin ezberdir …”

Dikkat ediniz, bu anlayış, cebindeki telefonla dünyanın bilgisine parmaklarının ucu kadar yakın bir çocuğa anlatılmaya çalışılıyor. Avuçlarımızın içinden kayıp gidenin ne olduğunu anlayabilen kaç kişi var acaba?

Yüzyıllardır içerisinden çıkamadığımız olumsuz “iklim” koşulları nedeniyle merakımızın nasıl korkunç bir yanılgıyla körleştirildiğinin tarihi sebeplerini özetle izaha çalıştık. Şüphesiz bu derdimizin kökenleri konusunda birçok başka saik sıralanabilir. Merakımızın zayıflamasının başat faktörü olarak gördüğümüz “ezber” yanılgısının hangi ontolojik tercih üzerinden bize yedirildiğini kısaca anlatabilmiş olduğumu umuyorum.

Yüzlerce yıllık bu menfi süreç neticesinde meraklı olmak, toplumumuzda maalesef hoş karşılanmayan bir özellik olarak algılanır oldu. Özellikle çocukların, çevresinde olup bitenlere bir anlam verebilmek amacıyla yönelttiği sorular, bu soruların yanıtları hakkında yeterli bilgisi olmayan büyükler tarafından “Fazla merak iyi değildir!” cevabıyla karşılanıyor. Yetişkinlerin meraklı olanı ve kendi yanıtlarını arayanları ise horlanmaktan tekfire uzanan çeşitli tacizlere katlanabilmeyi öğrenmek zorunda kalıyorlar.

Uzun yıllardan beri toplumumuzda başta merak, bilhassa düşünme ve sorgulama merakı, bu meziyetimizi güçlendirecek diğer birçok olumlu kişisel özelliklerle beraber yontulup törpülenerek yok edilmesi gereken hasletler olarak karşılanıyorlar.

Çok soru sorma!

Bu kadar meraklı olma; insanın başına ne gelirse fazla merak yüzünden gelir!

Böyle şeyleri kurcalama, otur dersine çalış!

Hâlbuki merak; incelik ve duyarlılığın en önemli göstergelerinden biridir. Sanıldığının aksine salt “çocuksu” bir özellik olmadığı gibi kişinin öğrenmeye başlamasıyla her geçen gün artarak devam etmesi gereken çok önemli insani bir haslettir. Ne yazık ki bu önemli kişilik özelliği, bilgiye açılan kapının rikkatten geçtiğini bilmeyen toplumlar tarafından her öğrenme safhasında törpülenmesi gereken kötü bir alışkanlık olarak çocukluk çağından itibaren aşılması zor bariyerlerle çevriliyor.

Merak duygusunun köreltilmesi bağlamından baktığımız takdirde bilgi kavramının bil-mek fiilinin kastının uzağına düşürüldüğünü gözlemliyoruz. Böylelikle bilgiye ulaşmanın ilk basamağı olan merak duygusu hor görülmüş, bilerek öğrenmek yerini zamanla ezberleyerek malumat sahibi olmaya bırakmıştır. Konunun en vahim tarafı ise eğitim kurumlarımızın da ilk basamağından akademik düzeyine kadar bu konformist alışkanlığı âdeta bir “gelenek” olarak benimsemesidir. İçinde boğulduğumuz ezber tuzağı, sorgulamadan itaat kültürünü kuvvetlendirmekle kalmayıp ülkemizin sanat, bilim ve düşünce hayatını, dolayısıyla kültürün her an yeniden yapılanması zorunluluğunu akamete uğratan temel etkenlerdendir.

Sanat, bilim ve düşünce gibi hayati konuları önyargılı kalıplar ve ezberler üzerinden yürüten toplumların, özgün bir güzellik anlayışı geliştirme hususunda gösterdikleri zafiyet, bütün üretim alanlarını tıkamaktadır. Temel metinlerin dahi yüzeysel tekrarlarla öğretilip öğrencilerin aynı teknikle sınava tabi tutuldukları bu vasatta meraklı zihinlerin nefes alması dahi mucizedir.

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.