Kar Tanelerinin Türküsü

15284816_10211003322343045_1113156173336649045_nBu yazıya başlarken meramımı anlatabilmek için kullanmayı düşündüğüm ana kavramı, çok yüklü bir içeriğe sahip olduğu için, epeyce zorlandığımı itiraf etmeliyim. Bu sebeple her ne kadar sürç-i lisan edersem peşinen affola.

Fıtrat yani yaradılış, varlığın özgün durumu özellikle insan doğasının el değmemiş hali. Fransızcadan aldığımız Latince kökenli kreasyon kelimesi de  Türkçemizdeki yaradılış ile yakın anlamlar içerse de etimolojik sözlüklerden edindiğim bilgiler, kreasyon kelimesinin Türkçede türeyiş ile daha yakın bir mana içerdiğini gösteriyor. Arapça fıtrat kelimesinin Türkçe yaradılış kelimesiyle bire bir aynı anlam köküne bağlı olmamasına karşın ıstılahta birbirleriyle aynı anlamda kullanılıyorlar. Bunlarla birlikte türeyiş ve yaradılış sözcüklerinin birbirini açan kavramsal yapıları itibarıyla anlam arayışımızdaki üslubumuza göre zaman zaman birini diğerine tercih edilebilir buluyorum fakat bu iki anlamdaş kavramı Batılı literatürdeki benzer kavramalarla birlikte irdeleyerek bu yazının devamı sayılabilecek başka bir yazıda ayrıca ele almayı düşündüğümüz için şimdilik dikkat çekmekle yetiniyoruz. Dolayısıyla yaradılış ve fıtrat kavramları üzerinden fikir yürütmeye çalışacağız.

Kimi zaman muhataplarımızı tanımlamak için “İyilik onun fıtratında var.” yahut “Fıtratı bozulmamış.” gibi tabirler kullanırız. Bu haliyle fıtrat kavramı literatürde genel anlamıyla varlığın, özelde ise insan tabiatının özgün biçimine verilen ad olarak anlaşılıyor.

Yaradılış dediğimiz anda bir yaratıcıyı, en azından bir yaratış-yaradılış eylemini kabul etmiş oluyoruz. Kabul ile kalmayıp bu kelimeleri bulup bir araya getirip cümleler kurarken içkin bir farkındalıkla yaradılış denizinde bilinçli kulaçlar atarak eyleme kişisel olarak katılmış bulunuyoruz. Buradaki katılım bile başlı başına bu devinimin bir parçası olduğumuz “hakikat”ini içselleştirdiğimizi gösteriyor. Fakat düşüncenin takibinde ihmalkârlık gösterildiği takdirde ikili düşünce yapısının bir başa ürünü olan “tasarımcılık” kıskacına kapılıp deniz ile balığı birbirinden ayrı ele alan bir çıkmaza sürüklenmemiz de her an söz konusudur.

Varlığımızın bilincine erdikçe yaradılışın her an yenilenmekte olduğuna şahitlik ediyoruz. Öyle ki Tanrı her anı yeniden ve bambaşka bir sanatla yaratmakta ve bu hayranlık verici eylemin içinde bulunan insanoğlunun şahitlik etmekle kalmayıp bizzat katılmasını dilemektedir sanki. Bu yaratışıma ışık tutar mahiyetteki ayet ve hadislere de rastlamaktayız. Böyle bir talep olmasa şehadetin ne gibi bir anlamı olabilirdi, diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Çünkü kuru bir tanıklık istenseydi taşların, ağaçların, yıldızların vb tanıklığından bir farkı olmazdı, onlar zaten “isteyerek ya da istemeyerek” gitmektedirler. İşte bu farkın şuurunda olmaklığımız bizi “insan” yapan en önemli unsurlardan biri gibi görünüyor.

Bilinen insanlık tarihi “ne” olduğu konusunda ortak bir kabule sahip. Evet, bir yaradılış var yani “ne” olduğu belli. Peki, nasıl olduğu sorusu kaçınılmaz olarak karşımıza çıkmıyor mu? Yani kuru bilgi değil, hikmet arayışı; yani  “derya içindeki ol mahilerin deryayı arayışı.”

İnsan fıtratı bu hikmet arayışının şifrelerini kendi içinde doğal olarak barındırmaktadır fakat yaradılışın süreklilik arz etmesi, her an yeni bir anlam yüklemesini yani türeyişi beraberinde getirmektedir ve her yeni anlamın hak edilebilmesi, yenilenen şifrenin çözülmesi zorunluluğunu bünyesinde taşır. Rahmet denizi bu olsa gerek. Nehirler, öz kaynaklar ve aralıksız yağmurlarla beslenen bir farklar okyanusu… Bize burada düşen en az şey, farklardan bilgi ve bilgilerin ilişkilendirilmesi yoluyla üretilen kavramların bir anlama dönüştürülmesi. İşte bu sonsuz ilahi şenlik havasıdır ki bizi olanca hüznüyle diri tutan ve dünya maceramızın özünlü renklerle bezenmesini sağlayan.

Burada bilgi tanımını pozitivist çerçevenin sözde bilimsel alanıyla sınırlı tutmadığımızı da belirtmekte fayda var.

Sevgili Yunus’a “Her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası” ilhamını veren duygunun özünde bu hikmet arayışının ateşini tüm sıcaklığıyla görebiliyoruz. Tabloya can gözüyle baktığımızda Şeb-i Arus’un bir tek günle sınırlı olduğu algısının çürümeyi beraberinde getireceğini kolaylıkla anlayabiliriz.

Kitap Hayy derken en çok bu diriliğe atıf yapıyor gibidir. Diğer yönüyle de bir güncelleme zorunluluğuna işaret etmekte. Öyle ki her bir yazılım kendi içinde güncellemeye tabi iken program bir bütün olarak ta kendini biteviye güncellemektedir. “Ahsen-i takvim” derken de pekâlâ en iyileştirilmiş programdan bahsediliyor olamaz mı?

Donanımın yenilenmesi, birtakım özgün şartlara (coğrafya, iklim, beslenme…) bağlı olarak kaçınılmaz bir şekilde devam ederken yani evrilirken yazılımın olduğu gibi kalmasının ne kadar sağlıksız ve kısır sonuçlar verdiğini teknoloji düşkünleri çok iyi bilirler. Burada maksat felsefi nazariyeler üzerinden kadim tartışma alanlarına el atmak değil, mümkün olduğunca berrak bir düşünce deneyimini anlamlı cümlelere dönüştürme çabasıdır.

Bu pencereden bakıp da yıllardır “yeniden anlama, anladığımızı bir daha anlama ve bitmeyen bir güncelleme” meselemiz olduğunu ısrarla tekrar eden bir mütefekkirin esasen ne kadar can alıcı ve temel bir yitiğe temas ettiğini zikretmeden geçmem haksızlık olur.

Yaradılışın doğasına elektron mikroskobuyla bakan oldukça meraklı bir bilim adamının kar tanelerinin yapısıyla ilgili gözlemleri hayranlık verici sonuçlar içermektedir. Öyle ki her molekül nevi şahsına münhasırdır. Yapılan araştırmada hiçbir kar kristali diğerine benzemediği gibi kristalleri oluşturan hiçbir molekülün de diğerine benzemediğini kanıtlanmaktadır. İşin en mucizevi yanı da bütün kristallerin altıgen bir yapıya sahip olmasına rağmen her birinin bambaşka ayrıntılara bürünerek kendi karakterlerini iftiharla sergiliyor olmalarıdır.

Bu halin bir cemaziyel evveli, bir de ahiri yani bir serüveni yok mudur?

aaaaa

Yukardaki kar kristallerinin fıtratında tebarüz eden altıgen yapı, kristalin bir vicdanı olduğu duygusuna kapılmama yol açtı. Bu vicdanın sonsuz farklılıkta da olsa yaradılışın istisnasız bütün formlarında içkin ve fiziki olarak bulunduğunu varsaymak, benzeri diğer bilimsel araştırmaların ışığında hiç de abartılı bir düşünce olmayabilir.

Kristaller ayrıntıda eşsiz bir yapıya sahipken bütün kristaller ortak bir vicdanı yansıtmaktan da geri durmuyor. İşte bu vicdandır ki her bir kristal kendine özgü eşsiz bir kişiliğe sahip. Bu yapısıyla diğer kristallerle uyumluluk arz ederken diğer yandan da kendi özgünlüklerini koruyabiliyor. Fıtratın korunması yani yaradılışının biricikliğindeki safiyane yapısının devamlılığı açısından bir vicdanın olması kaçınılmaz görünüyor.

Bu düşünceler ışığında insanoğlunun da kar kristalleri gibi bir fıtrata tabi olduklarını, fıtratının saflığının devamı için bir vicdan ile donatıldığını ve bu vicdan etrafında kendi eşsiz kişiliğini oluşturabilme imkânına sahip olduğunu düşünüyorum.

Bu safhadan sonra kendisinin “ahsen-i takvim” olarak adlandırılmasına sebep olan eski müfessirlerin yaratılmışların en şereflisi olarak tefsir ettikleri anlayışa katkı olarak yukardaki yüklenim metaforunun verdiği ilhamla “en iyileştirilmiş program” dediğim insanın temel bir farkı ortaya çıkıyor. Bu fark onun vicdanını deformasyondan koruyan en ayırt edici özelliği olan temel bir kavram olarak üzerinde durulmayı hak ediyor. Bu kavramın daha doğrusu bu vazgeçilmez değerin adı “ut”tur yani utanma, arlanma, hayâ hissi. Bu duygu, insanı “insan” yapan temel duyguların en hassası olarak görünüyor çünkü utanmak bir irade sonucu beliren asil duygunun adıdır. İnsanlık; şerefini, faziletini ve asaletini bu temel duyguya sahip olmasına borçludur. Arlanma hissi, vicdanın yegâne savunma mekanizması olarak insanın kendi farkındalığını duyumsayıp varlığın diğer unsurlarıyla barışık yaşamayı özümsemesini sağlarken bir diğer yandan da canındaki cananın fevkine varıp değerine sahip çıkabilmesini sağlamaktadır. Hz. Peygamber’in; “Utanmadıktan sonra dilediğini yapabilirsin.” sözünün ne kadar değerli bir söz olduğu böylelikle daha iyi anlaşılabilir bir zemin kazanıyor. Bu o kadar hayati bir temastır ki özgürlük dahi bu duyguyla bir haysiyet kazanmaktadır çünkü hürriyet, hayâsızlığı da bir tercih olarak karşımıza çıkarabilir. Nitekim Batı’nın yüceltiyor gibi göründüğü sözde bireyin özgürlüğünün tek başına bir anlam taşımadığı, esas olanın içinin neyle ve nasıl doldurulduğunun daha önemli olduğu, insanlığa dayattığı değerlerin gelip gelip bir duvara toslamasından anlaşılmaktadır.

Arlanma duygusunun özgürlük maskesiyle ortadan kaldırılması, insan vicdanını fıtratıyla çatıştıracak bir düzleme çeker. Vicdan, kabul edilemez bu pozisyonda bulunmaktansa en azından geçici olarak kapanmayı tercih eder. “Gözleri olmasına rağmen göremeyenleri, kulakları olmasına rağmen işitemeyenleri, kalpleri olmasına rağmen akledemeyenleri” belki böylede izah edebiliriz.

Utlanmak; vicdanın, yaradılışın doğasını bozacak her türden eylem ve düşünceye karşı mesafeli olmasını, bu mesafeyi an be an nefes nefese korumasını sağlamakta ve insanın kişiliğini oluştururken harici müdahalelerin hayâsız tuzaklarına karşı korunmasına yardımcı olmakla kalmayıp aklına gelenin yani ilhamın, bir başka deyişle önceki deneyimlerinin neticesi olan düşüncelerinin doğruya mı yoksa yanlışa mı yakın olduğu konusunda düşüncenin karakterini çözen bir analist görevi üstlenmektedir.

İlham derken kastımızın efsaneler veya asılsız keramet hikâyeleri olmadığı malum. Bahsettiğimiz, bizzat düşüncelerimizdir. Önceki tecrübe ve birikimlerimizin içimizde yeni bir çehreyle karşımıza çıkıp yeni anlamlar yaratma çabamızın ta kendisidir.

Düşünmek kavramının düş-mek fiilinden türediğini öğrenmek, önümüzde yepyeni ufuklar açıp güncel bir deyişle “kafamızda deli sorular”ın oluşmasına, zihnimizde bambaşka düşüncelerin cirit atmasına aracı olması, başka başka çıkış yollarını aramak için bize ilham vermesi ne kadar da değerli.

Bilindiği gibi düşmek, fiziki olarak yerçekimi kanunun gereğidir. Bir nesne nereye düşer, diye baktığımızda çekim odağına düştüğünü görürüz; eski tabirle cazibe merkezine düşer hatta düşmek onun yaşamasının hem temel dinamiği hem de vazgeçilmez arzusudur. Düştüğü yerden kaldırırsanız onun tek arzusu yine düşmektir. O cazibenin etrafında sonsuza kadar döner durur. Birçok örnek verebiliriz. Dünya güneşin, güneş daha büyük bir çekim merkezinin çevresinde döner; vecd ile dolanır durur ta ki enerjisi bitip ışığı sönene kadar.  Sonra cazibesine kapıldığı süper novanın içinde cazibesine kapılır. Aslında macera bitmez, o kara delikte bambaşka bir yaşama evrilmiştir. Peki, etrafında döneceği bir çekim merkezini geçici de olsa bulamaz ise ne olur? Arar, arar, arar… Aramak da esasen cezbenin bir başka formudur, arayış olduğu sürece bulacaktır. Arayış esnasında görece yörünge kaybına uğradığı varsayılanlara meczup denmesi, ne kadar deruni bir bakıştır.

Her nesne düşmek eğiliminde ise insan bizzat düşünmekle nasıl bir temayül göstermektedir?  İşte burada yaradılışın/fıtratın bu düşünme fiilinin cazibe merkezi olduğunu görüyoruz. Bütün düşünmelerimiz kaçınılmaz olarak fıtratımıza odaklanmakta ve hikmet arayışının çekim odağı olarak fıtrata yönlenmektedir. Tüm düşünce yönelişlerinin fıtratımızdaki hikmeti aramaya dönük bir rota takip ettiğini söylersek abartmış olmayız. Fıtratın omurgasını oluşturan ve orada yanılmaz bir muhakeme vazifesi gören vicdan arınma süzgecinden geçmemiş bir düşünce kırıntısına dahi onay vermez. Yani hayâ filtresi, vicdan kapısında anlama saflığının ölçeği gibi durur. Adl makamının mülkiyetindeki vicdani muhakeme, tabiri caizse “ut” gibi kıymetli bir danışmanla çalışmaktadır. Bu mesafe hassasiyetidir, belki de insanı hayâsızlıktan alıkoyacak olan. Çünkü vicdan, fıtratımızdaki bütüncül yapının içinde saklı farklı kişiliğimizin oluşmasını sağlayan tezyinat ustasıdır. O, her düşünce kırıntısını özgün mimariye uygun bir köşeye yerleştirerek esasen bir sanat eylemi gerçekleştirmektedir. Yaradılışa katılmak çabamızı, türeyiş serüvenimizi sonuna kadar destekler. Bunun için de usul erkân gereklidir. Utanmazlık, usul erkan bilmezliğin adı değil midir?

 

Bu aşamada yazımızın ilgi alanın dışına çıkmamaya çalışarak soyut olarak düşüncenin üretilişi üzerine birkaç paragraflık denemeyi aktarmaya çalışalım.

Düşünce, üzerinde en çok yazılan insan uğraşlarının başında gelir. Bu konu bir yazının sınırlarını tabii ki aşar. Biz burada düşüncenin temel dinamiklerinin en başında gelen bilgi-anlam üretimi sürecinin nasıl başladığı ve nasıl evrilerek ilerlediği ya da gerilediği konusunda belirli bir felsefi disipline bağlı kalmadan hayal gücümüzü de işin içine katan bir düşünce idmanı yapamaya çalışacağız.

 

mmmm

Yukarıdaki grafikte, statik düşünce ile dinamik düşüncenin, hayal ettiğimiz “farklar denizinde” nasıl bir mantıkla çalıştıklarını göstermeye çalıştık. Bu hayali farklar denizinde I ve 0 şekilleri sonsuz farkları simgeliyor. Bu sonsuz okyanusa kesintisiz farklar sağanaklar halinde yağmakta, ırmaklar bu okyanusa dökülmekte, kaynaklar özünden fışkırıp bu farklılığı daha da zenginleştirmektedir. Grafiği mümkünse üç boyutlu ve sonsuz bir devinim ve türeyiş içinde gözümüzün önüne getirdiğimizde iki farklı zihin yapılanmasının nasıl işlediği konusunda bize daha net bir resim vaad edecektir.

Dikdörtgen ve kapalı olan yapı, durağan ve kelimenin tam anlamıyla donmuş düşünceyi simgeliyor. Bu düşünce yapısı, tarihin çoğu zaman net olmayan bir zaman diliminde ortaya çıkmış ve kendi şartlarında çözümler üretmiş bir dönemini değişmez esas olarak almıştır. Daha anlaşılır olabilmesi için hata kabul eden bir teşbih kullanarak “Asr-ı Saadet”in formlarına takılıp kalmış, keskin köşeleriyle homojen yapısına muhalefet edebilcek düşünceleri her an yok etme temayülünde, bulunduğu noktada sabitlenmiş, üzerine sağanak halinde yağan yepyeni farkları görmemekte ısrar eden bir tavır sergiliyor. İçinde bulunduğu rahmet denizini ısrarla görmezden gelerek kapalı kutusunda alışageldiği zihin konforunun sanal sınırlarından çıkmaktan korkan bir zihin yapısını görüyoruz. Bu zihin dünyasının pek çok örneği, içinden geçmekte olduğumuz süreçte her an karşımıza çıktığı için oldukça iyi tanıyoruz. O yüzden bizim asıl ilgi alanımız, her an canlı olan diğer yapıdır.

Grafiğimizdeki diğer eleman küme’sinin özelliği ise farkları birbirine bağlayarak ya da ayırarak ürettiği bilgileri açık uçlu kavramsal anlamlara dönüştürmüş, farkları inkâr etmeden bütüncül yapılar kurabilmiştir. Dolayısıyla kavramlar arasında köprüler kurmayı başarmış ve her haliyle bitmeyen bir inşaa ve yeniden yapılanma sürecini kesintisiz devam ettirebilecek şekilde konumlanmış bir zihin dünyasını simgeliyor. Aydınlık ve şuurlu bu zihin yapısı; değişen şartların sadece doğayı değil, kendi içsel doğasını da değişime tabii tutacağının bilinciyle hareket ederken kar kristalindeki altıgen karakteri gibi o da kendi özgün karakterini kutsal bir emanet olarak taşımaktan da geri durmamıştır. İçinde yüzdüğü deryanın olabildiğince şuurunda, kesintisiz rahmetin her dem bilgi sağanağı olarak kendisi için yağmakta olduğunun idrakindedir. Sürekli “dert” arama eğiliminde olduğu için zamanın önüne getirdiği meseleleri hikmet yolculuğunun bir kazanımı sayar. Bilgi, bu zihinsel yapılanmanın sadık yol arkadaşıdır. Bilgiyi sadece görünür evrenden türetmekle yetinmez, bilgiye ulaşmak için sürekli farklı yöntemler geliştirir. Özetle fıtratın diri ve dinamik kalmakla korunabileceğini; durmanın, donmanın çürümekle eşdeğer olduğunun farkındadır.

Diyebiliriz ki yitiğimiz, sanıldığı gibi Sinan, Farabi ya da Itri adında insanlar değil, onların varlığı anlamlandırırken sahip oldukları eşsiz düşünce altyapısının temel taşlarıdır. Vicdanının sesini her nefeste duyan, yanılgılarında ısrar etmeyi ar sayan bir mahcubiyet idrakidir yitirdiğimiz.

Artık bizim maalesef büyük oranda kaybettiğimiz kadim kültürümüzün küçük bir örneğiyle konuyu noktalamaya çalışalım. Kültürümüzün değerli itiyatlarından çocuğunu severken dahi utanan kişinin ahlakı, hangi yüksek anlayışın eseriydi? Çocuğunun severken utanan adam “ne”den utanıyordu? Tatyos Efendi  “Mani oluyor halimi takrire hicabım” inceliğini hangi mana ikliminin şemsiyesi altında duyumsamıştı. ‘Edep yahu’ da ki ezelden ebede uzanan bir medeniyet tahayyülü ve tasavvurunu, hangi vicdan ile ürettik sonra bu kesintisizlik zorunluluğuna bağlı inşaa sürecinin vicdani tefekkürünü nerede ve nasıl yitirdik? Varlığımızın asaletini muhafaza eden “mahcubiyetimiz” miydi yoksa?

Arayacağız. Yitik bizim olduğuna göre arayış da bizimdir.

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.