Uzlet, tabiatla baş başa kalmak, kendi iç sesini duyma çabası.
Kaosçu materyalist kapitalizm, zevkçi ve bencil içgüdüleri, tarihte hiç olmadığı kadar serbest bıraktı, meşrulaştırdı. Tabii o anlayışın patronlarının pekala farkında oldukları metafizik ihtiyaçlar, o ihtiyaçların karşılıksız kalmasından kaynaklanan depresif psikolojiler görmemezlikten gelinemezdi. Sürekli bir telkin ve hipnozla o derunî talep kitlelere unutturulmalıydı. Bugünün medyatik toplumu tam da o hipnoz sağanağı altındaki yapıdır.
*
Hepimiz sürekli olarak, yaşantılarımıza eşlik eden bir fon müziği, bir görüntü destekli değerler bombardımanı altındayız. Evde, okulda, iş yerinde, tatilde…
Tabiatın sesini duyamaz durumda çoğumuz. …
Dağların kayalara çarpa çarpa bestelediği rüzgar uğultuları, iğne yapraklara dolanan ıslık sesleri, o okyanusların ritmik ve mistik zikri, vahşi hayatın tâbî olduğu büyük eko sistem, mücadele, yardımlaşma, mevsimlerdeki akış, çiçekler, böcekler, arılar… Bunların karşısında durup hayata bakmayı bilmiyor yeni kuşaklar artık…
Halbuki insan o doğal yapının çocuğu! Ama o doğallıkla temasını unutturan modern medeniyet saldırısı, hem kendisine yabancılaşmasına yol açıyor, hem de geri kalan tabiata bir hasım daha üretmiş oluyor.
Temiz bir kaynağın gözündeki berraklığa müdahale edemiyor bu medeniyet. Çünki hayat bulduğu yer orası! Ama pınar gözesinden hemen bir iki adım sonrasına kurduğu bulandırıcılarla, o berraklığın, uyuşturduğu ruhlarda bir yankı yaratmasına da izin vermiyor…
*
Ya okuma, yani derin düşünme, âlemdeki yasaların aslında bir büyük aklın fenomenleri oluşuna uyanabilme imkanı? Âlemdeki bütün organizma ve organizasyonların ancak birlikte mümkün olabildikleri, aralarında birlik olmasaydı, alt elemanların ilişkileri bulunmasaydı müstakil hayatların da varlık kazanamıyacağını görebilmek?
Ezelî öğretmenimiz olan tabiatın o ezelî derinliğiyle gelip yüzümüzü yalayan nefeslerini duymak?
O ritmik ve dinmek bilmez dalgaların hep bir sonsuzluk ilahisi söylediğine ünsiyet kurabilmek?
*
Artık o “ünsiyet varlığı” bilinmiş âdemzede, tabiattan korkuyor! Karıncadan, arıdan, kediden, köpekten… Hattâ rüzgârdan, yağmurdan, kardan…
Artık meteoroloji haberleri bile endişeyle izleniyor.
İnsancıklar, tabiat cilveleriyle buluşup kaynaşmakla elde edeceği arı-duru ruhaniyetten bile korkuyor!
Korktuğu şey kendi hayat zemini oysa!
O hayat zemininden, tabiî dostluklardan korkuyor da, 24 saat birbirini boğazlayan canavarlaştırılmış bilgisayar figürleriyle teşkil ettiği oyunlarından müthiş zevk alıyor.
*
Yaşamayı yaşatmayı unutturduğumuz bu insanlar, yaşamaktan korkuyorlar da öldürmeyi oyunlaştırıyorlar…
Tabiatla temastan korkuyorlar da, ışıksız umutsuz sanal zindanlarda kirletilmekten korkmuyorlar!..
*
Pekala, ya “Hırâ Mağarası’na hiiç girmemiş” Müslümanlar?
O temas olmadan hikmete dokunmak, okumak, müşâhede mümkün mü?
“Ârifin uzleti, nefsinden kalbine hicret etmektir. Kalbinden de içeri, rûhuna gitmektir ve nihâyet rûhundan sırrına, sırrından Mevlâsına yetmektir.
Uzlet, hakîkatte hayvânî sıfatlardan kurtulmaktır.”
Ken’ân Rifâî
Sohbetler, s.: 436
*
Şimdiye doğmakta olanla aramız nasıl yârenler? Vakt-i şerifler hayrolsun efendim…