Kemalistlerin Atatürk’e Yaptığını Siz Abdülhamid’e Yapmayın

 

Haldun SönmezerAtatürk’ü tabu haline getirenler, onu yıllarca politik bir kaldıraç olarak kullandılar. Evvela onu kendi siyasi kimliklerinin tarafı haline getirdiler, daha sonra da yerleşen bu algı üzerinden kendi konum ve icraatlarını meşrulaştırma yoluna gittiler. Hatta zaman zaman daha da ileriye giderek siyasi muhaliflerini, bir cebir vasıtası haline dönüştürdükleri Atatürkçülük sopası ile tedip etmeye kalkıştılar. Muarızlarını sıkıştırmak istedikleri zaman başvurdukları yöntemlerden biri de “Söyle bakayım; sen Atatürkçü müsün, değil misin?” şeklinde sigaya çekmek oldu. Düzenin sahipleri olarak hesap sormak haklarıydı zira. “Dinde zorlama yoktur.” ayeti mucibince hiç kimse Muhammedi olmaya bile zorlanamazken rejimin bekçiliğini yapan devrim bağnazı şarlatanlar tarafından insanımız Atatürkçü(!) olmaya zorlandı. Onlara göre, her Türk vatandaşı Atatürkçü(!) olmaya memur ve mecburdu. Tabii gerçek gaye hiçbir zaman vatandaşa Atatürk’ü sevdirmek olmadı. Bu korkutup yıldırma politikasıyla da Atatürk hiç kimseye sevdirilemezdi zaten. Atatürk daha doğrusu Atatürkçülük, insanları hizaya sokmak için kullanılan bir sopaydı onlar için.

Birileri ellerini ovuşturup her seferinde iktidarlarını Atatürk üzerinden tahkim ederken bu istismar politikasının en ciddi mağduru, Atatürk’ün tarihi şahsiyeti oldu. Atatürk, en azından belli noktalarda milletin üzerinde uzlaştığı tarihi bir figür olmaktan çıkarak siyasal çatışmanın merkezine oturdu. Tapusunu kendi üzerlerine çıkarttıkları(!) Atatürk’ü, politik bir pozisyonun tarafı haline getirerek uzun bir süre örtülü iktidarlarını sürdürmeyi başardı vesayetçi düzenin simsarları. Kazanan daima Atatürkçüler(!) kaybedense en başta Atatürk’ün tarihi şahsiyeti, daha sonra da bizzât milletin kendisi oldu.

Ölmüş bir tarihi şahsiyeti politik bir görüşün tarafı haline getirmek, hatırasına yapılacak büyük bir kötülük. Böyle bir operasyon, onu belli bir siyasi çizgiye hapsederken muhalif siyasi kimliklerden de soyutluyor. O tarihi kişilik, ait kılınmaya çalışıldığı politik kimliğin rakibi mevkiindeki siyasi anlayışların karşısında konumlanıyor ve tabiatıyla millete mal olma ihtimali de gittikçe zayıflıyor. Birleştiren değil, ayrıştıran bir unsura dönüşüyor. İşte Atatürk’e bu kötülük; “Biz Atatürkçüyüz.” diyenler(!) eliyle yapıldı.

Son zamanlarda kendisi üzerinden yapılan aktüel tartışmalar, benzer tehlikenin Sultan Abdülhamid için de varit olduğunu gösteriyor. Medyadaki Abdülhamid-Atatürk polemiği ve tartışmanın kazandığı siyasal nitelik bana ister istemez onu düşündürtüyor. Birileri, Abdülhamid’i politik bir söylem ve duruşun tarafı haline getirerek belki farkında dahi olmadan siyasi çekişmelerin merkezine doğru itiyor.

s-ed28c92b6a4741a1d3b5c122f695115ec43c3ca5

Bu bir anlama faaliyeti değil kesinlikle. Zira Abdülhamid ve Atatürk gibi şahsiyetler, günümüzün siyasi akımlarıyla özdeşleştirilerek anlaşılamaz. Çünkü kendilerine nispet edilen bugünkü siyasi çizgiler, yaşadıkları devirlerle birlikte kişilik ve icraatları da dikkate alındığında onları tanımlamaya yetmez. O yüzden her iki şahsı da cepheleşme ve siyasi taraftarlığın dışında tutarak ele almamız gerekiyor.

Öncelikle her ikisi de Batı ile aramızdaki açığın farkında ve belki de bu yüzden her ikisi de çok gerçekçi. Batı ile mücadele etmenin yolunun modernleşmekten geçtiğini görüyorlar. Görmekle kalmıyor, bu yolda ciddi adımlar da atıyorlar. Birincisi pozitivizme teslim olmadan pozitivist eğitim kurumlarını ülkesinde açmış. Bunu bir mecburiyet olarak görüyor. Bu tutumuyla daha o günden cumhuriyetin temellerini atıyor. Nitekim Atatürk de dahil, cumhuriyetin kurucu elit kadrosu onun açtığı okullarda yetişmiş. Diğeri ise bu mirasın üzerine pozitivist esaslara dayanan bir cumhuriyet inşâ etmiş.

Benzerlik bu kadarla sınırlı kalmıyor, dahası var. Her ikisi de ideal bir demokrat olarak nitelenemez asla. Onlara bu sıfatlar izafe edilirse ancak yakıştırma olur. Ortak yönleri, muhalefete fırsat vermeden hatta zaman zaman bastırarak otoriter bir yönetim kurmuş olmaları. Toplumu modernleştirme fikrinde birleştikleri gibi takip ettikleri siyasette birbirine benziyor. Tabii politik tavır olarak benzeseler de bu benzerlik bire bir değil. Aralarında farklar da var elbet.

Bu iki devlet adamının hayranlarını şaşırtacak ilginç tenakuzlardan biri de müzikle olan ilişkilerinde düğümleniyor. Muhafazakâr cenah tarafından alaturka bir şahsiyet olarak görülen Abdülhamid, bu iddiayı yalanlarcasına Batı müziğine meftun bir kişilik. Klâsik Batı Müziği’ni ve operayı çok seven Sultan; keman, viyolonsel ve piyano gibi enstrümanları çalan sanatçıların da dost ve hamisi. Himaye etmekle beraber Türk Musikisine karşı ise aynı yakınlığı duymuyor. Fakat kendisi özel hayatında içli dışlı olmakla birlikte topluma Batı müziğini sevdirmek gibi planlı bir girişim ve gayreti de olmamış. Atatürk ise resmi belgelerde “alaturka” diye geçen Türk Müziği eğitimini 1926’da yasaklıyor. Tam elli yıl sürüyor bu yasak. Hatta bir ara uzun sürmemekle birlikte o devrin kitle iletişim aracı olan radyoda bile alaturka musikinin icrası yasaklanıyor. Fakat Atatürk, Abdülhamid’in aksine Türk musikisine düşkün. Ülke sathında eğitimini yasakladığı musikiyi, kendi hususi meclislerinde yaşatmaya devam ediyor. Birincisi kendi hayatına soktuğunu, toplumun hayatına sokmuyor. İkincisi ise toplumun hayatından çıkardığını, kendi hayatından çıkarmıyor.

ataturk-canakkale

Yani ne Abdülhamid sanıldığı gibi her şeyiyle alaturka bir kişilik, ne de Atatürk tam anlamıyla bir alafranga şahsiyet.

Durum böyle olunca onları birbirinin mefhum-u muhalifi gibi görmek de anlamsızlaşıyor. Tam aksine tarihi süreç içinde birbirleriyle belli noktalarda kesişen figürler olarak çıkıyorlar karşımıza.

Hâlbuki bugünkü siyasi kültür, onları birbirine zıt istikametlere savurmuş durumda. Birbiriyle mücadele halinde iki farklı çığır açmış kimlikler olarak sunuyor. Bu yüzden de birlikte anıldıklarında zihinlerde tez-antitez ilişkisine benzer bir algı oluşuyor. Bu yanlış fakat aynı zamanda da yerleşik algı, tarihi gerçeklerle örtüşmüyor. Fakat kamuoyuna yön veren merkezler, onu yerleştirmekte ziyadesiyle mahir.

Bugün toplumsal bellekte yaşayan Abdülhamid ve Atatürk imgeleri, kendilerinden daha büyük. Zamanın akışına rağmen popülaritelerini kaybetmeyen her iki şahıs da birer metafor olma özelliğine sahip. Toplum, onların gerçek kişilik ve icraatlarını değil, zaman tünelinden bugüne uzanan gölgelerini tartışıyor. Ve o gölgeler en başta ait oldukları şahsın hakiki çehresini gölgeleyerek tarihle toplum arasına kalın bir duvar örüyor. Sevenlerinin gözünde erişilmez bir irtifaya yükselen bu şahıslara artık dokunmak da zorlaşıyor. Dokunmak ve anlamak zorlaştığı gibi, anlatabilmek de ciddi bir problem haline geliyor. İşinin uzmanı tarihçiler bile hassasiyetleri kaşımaktan çekindikleri için onları anlatabilmekte zorlanıyor. Objektif bir değerlendirme yapabilmek dikkat ve itina gerektiriyor.

Hayat defteri kapanmış olan her şahıs artık tarihin konusudur, siyasetin öznesi değil. Ölmüş kişilerin hala siyasetin içinde bu derece yoğun bir şekilde varlık gösterebilmeleri belki de örneğine sadece ülkemizde rastlanan şaşılası bir durum. Siyasetin normalleşememesinin bir sebebi de bu.

Siyasi mücadele, tarih üzerinden yapılmaya kalkıldığında, tarihe yeni anlamlar yüklenmesi de zorunlu hale geliyor. Siyaset, zaruretlere göre şekillenir. Siyasi mücadelenin alanı haline gelen tarih de haliyle zaruretlere göre şekillenmeye başlıyor. İhtiyaçlara ve zamanın icaplarına göre tavır alan siyaseti, tarihi kişilikleri kullanarak yapmaya kalktığınızda ister istemez onlara, yaşadıkları dönemde sahip olmadıkları yeni anlamlar yüklüyorsunuz. Siyasetin pragmatik tabiatı tarihi de dönüştürüyor.

abdulhamit-940x1418

Türkiye’de kamuoyunun belli istikametlere sevk edilmesi tarihi şahsiyetler, daha doğrusu onlara yapılan yeni anlam yüklemeleri üzerinden gerçekleşiyor bazı hallerde.

Tarih, siyasi taraftarlık üzerinden anlaşılamaz. Günlük siyasetin partneri, daha doğrusu lojistik destek merkezi haline dönüşen tarihin mitlere kurban edilmesi süreci de böylelikle başlamış olur. Ortaya aynı konuya ilişkin çok farklı iddialar ve o iddiaları destekleyen birbirine zıt tevatürler yayılır. Propaganda maksatlı haber üretim merkezleri tarafından tarafların tezlerini destekleyecek mahiyette hurafe ve efsaneler üretilir. Özellikle bu iki şahsiyet hakkında son zamanlarda sanal âlemde gezen haberlerin çoğuna bu zaviyeden bakmak gerekiyor.

Abdülhamid ve Atatürk, iktidar yıllarındaki icraatlarıyla değerlendirilmeyip bugünkü hayran kitleleri tarafından kendilerine atfedilen olağanüstü değer üzerinden anlam kazanıyorlar. Tarihi bağlamından kopartılarak yapılan bu değer yükleme operasyonu sadece anlamayı zorlaştırmıyor, farklı dönemlerin insanı olan şahıslar, birbirleriyle karşılaştırılarak daha büyük yanlışların da içine düşülüyor.

Farklı devir ve konjonktürlerle şart ve imkânların insanı olan iki şahsı kıyaslamak, büyük bir tarihi yanılgı. Her şeyden evvel metodik bir yanlış. Aynı devirde yaşamış ve kısmen aynı olay ve şartların muhatabı olmuş Atatürk ile Karabekir’i kıyaslamanın bir mantığı var ama Abdülhamid ile Atatürk arasında yapılacak bir mukayesenin anlaşılır bir tarafı yok.

Abdülhamid’i gündemde tutup siyasi tartışmaların içine çekenlerin onu sevmedikleri kanaatinde değilim. Muhakkak ki Abdülhamid muhafazakâr çevrelerce çok seviliyor. Bu çevrelerin Abdülhamid’i yeterince tanımadığını bilsem de kendisine duyulan muhabbetin sahte olduğunu düşünmüyorum. Fakat birileri hangi niyetle olursa olsun Abdülhamid’i piyasaya sürüp onun üzerinden siyaset yapıyor. Kimlik siyasetinin bir gereği olarak karşı siyasi cenah da onu alabildiğine kötülediğinden Abdülhamid kendiliğinden bir siyasi pozisyonun tarafı haline geliyor. Zamanında Atatürk’e yapılan yanlışın bir benzeri şimdi Abdülhamid’e yapılıyor.

14799020_1413718902014269_1909967348_n

Ölmüş bir tarihi şahsiyeti politize edip iç siyasi çatışmaların anaforuna çekmek ciddi bir hata. Ömür defteri kapanıp tarihe mal olmuş Sultan’ın hatırası bu şekilde yaşatılamaz. Zaman zaman çirkef sınırını zorlayan siyasi tartışma ve polemikler, onun değer atfedilen özelliklerini aşındırıp şahsiyetini zedeler. Millete mal olma potansiyelini zayıflatır. Hele onun üzerinden Atatürk’e saldırmak, Abdülhamid taraftarlarının yapmaması gereken çok stratejik bir hata.

Tarih, istikbalin kılavuzudur; geçmişi anlayıp geleceğe yön vermek için yapılır. İç siyasi çekişmelere alet edilip hâlihazırdaki politik duruşlara, güç ve meşruiyet kazandırabilmek için değil.

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.