Binali Yıldırım’ın başbakanlık makamına oturmasının hemen öncesi ve sonrasında sosyal medyadaki eşine yönelik seviyesiz neşriyatı üzülerek izledim. Bir hanımefendinin giyim kuşam biçimi ve seçtiği hayat tarzından dolayı istihfaf ile karışık bir tenkide hedef olması hatta daha da ileri gidilerek küçümsenmesi üzüntü vericiydi.
Bir kısım çevrelere göre bu ülkede birinci dereceden görevlere gelmenin yazılı olmayan bazı kuralları var. Onlardan birisi de, tıpkı üniversitelerdeki kılık kıyafet nizamnamesine uygunluk gibi, yüksek devlet görevlisinin eşinin çağdaş(!) bir görünüme sahip olması. Prezentabl bir duruş sergileyebilmesi. Şayet hanımefendi standartlara(!) aykırıysa buradan hareketle eşinin dirayet ve kapasitesi hakkındaki hüküm hemen verilir: Yeni bakan ya da başbakan düşük profillidir. Entelektüel kapasitesi zayıf, yaşam kalitesi de geridir. Aile hayatı bu olan bir şahsın da haliyle çağdaş bir zihniyet ve yönetim anlayışı sergileyeceği düşünülemez.
Bir ülke düşünün ki bir başbakan namzedi bile ağırlıklı olarak eşinin görünümü üzerinden değerlendirilmekte, ucube standartlara yakınlığı ölçüsünde kıymet kazanmaktadır. Bu peşin hüküm, bu ülkede yıllardan beri hayat tarzları üzerinden sürdürülen rekabet ve kutuplaşma siyasetinin bir yansıması olup hiçbir mantıki izahı yoktur. Sathi bir değerlendirmedir ve kesinlikle modernliği özümsemiş bir aklın ürünü değildir. Yukarıdaki hükmün geçersizliği şuradan bellidir ki Türkiye son elli yıllık siyasi tarihinde eşi başörtülü olmasına rağmen, Ahmet Davutoğlu çapında çelebi ve entelektüel seviyesi yüksek bir başbakan görmemiştir.
Hayatı belli bir klişe üzerinden okumaya alışmış bu zihniyet yeni durumlara hazırlıklı değildir. Her şeyi kendisine zamanında benimsetilmiş bir ezber üzerinden anlamaya programlıdır. Farklı alternatifler, yeni ihtimaller onda hazımsızlık yaratır ve derhal reaksiyon gösterir. Zihin konforunun bozulmasına tahammülü yoktur. Bu kafa başörtülü genç bir hanımın makyaj yaparak lüks bir cipin şoför koltuğuna oturmasına bile hayretle bakar. Başörtülü bir hanımla lüks bir aracın şoför mahalli arasında sağlıklı bir ilişki kuramadığı için de kendince bu yeni durumu tuhaf karşılar ve çevresine de yadırgayarak yansıtır. Zira ezberi bozulmuştur artık.
Bu şartlanmış kafaya göre belli aktiviteleri yerine getirmek, belli meslekleri icra edebilmek bile ancak belli bir dünya görüşüne angaje olup ona bağlı bir hayat tarzını benimsedikten sonra ulaşılabilecek bir imtiyazdır. Yoksa bir insanın eğitim seviyesini yükseltmesi ve ekonomik açıdan güçlenmesi bu nimetlere erişebilmesi için yeterli değildir. Standartları belirleme hakkını kendisinde gören(!) bu zihniyet hedef kitleye ince bir ayar çekerek; “Siz özgürlüğü ancak benim ölçülerime yaklaşır, benim istediğim hayatı yaşarsanız, tadabilirsiniz.” demektedir. Lüks bir araba kullanabilmeniz, vip salonundan geçebilmeniz, business class’ta yolculuk yapabilmeniz, önemli bir göreve getirilmeniz hatta başbakan eşi dahi olmaya layık görülmeniz öncelikle bu standartlara uyum kabiliyetinize bağlıdır. Yoksa ne yaparsanız yapın, zenci olmaktan kurtulamazsınız.
O, bugüne kadar başörtülü bir hanımı, ya okul kantininde simit satarken ya da bir kurumun tuvaletini temizlerken görmüştür hep. Bu yeni durum karşısında; “Nasıl olur böyle bir şey?” demekten kendisini alamaz. Örümcek kafalı olarak gördüğü insan tipinden daha örümcek kafalıdır gerçekte bu zihniyet. Aklını bir hücrenin dört duvarı arasına hapsettiğinden hayata rölatif bir nazarla bakabilme yeteneğinden mahrumdur. Sadece sürekli bağıran bir takım sloganlar vardır onun kafasının içinde. Gayrısına da yer kalmamıştır zaten.
Gerçekte ise bugünün dünyasında kadının özgürlüğü iki önemli ayak üzerinde yükselir: Eğitim ve ekonomi. Formel anlamda eğitim seviyesinin yüksekliği ve kadının ekonomik bağımsızlığını kazanmış olması. İkincisinin gerçekleşmesi de yine birincisine bağlıdır. Yani kadına özgürlük kapısını açıp onu toplumsal bir özneye dönüştürecek anahtar hiç şüphesiz eğitimdir.
Bazı istisnaları hariç tuttuğumuzda Türkiye’deki muhafazakâr ve mütedeyyin kitleler, bu gerçeği görmüş ve kız erkek ayrımı yapmaksızın evlatlarını formel eğitim düzeninde yetiştirme gayretine düşmüşlerdir. İşte bu noktada kadının eğitim alıp sosyal bir varlık haline dönüşmesini engelleyen, sürece olumsuz katkı yapan en önemli unsur, çağdaşlığı kılık kıyafete indirgeyen gardrop devrimcisi zihniyet olmuştur. Kadını özgürleştirme iddiasında olanlar, onun eğitim hakkını elinden alarak süreci dinamitlemiştir.
Ne gariptir ki “Kadına daha fazla özgürlük!” nutukları çekenler, ona tercih hakkı tanımazlar. “Seçmekte özgürsün.” demezler. “Sen şöyle yaşayacaksın, senin için ideal olan budur!” derler. Rehberlik etmeyi, ikna odaları kurmayı, gerekirse bu uğurda cebir kullanmayı müktesep hakları gibi görürler. Kişilik haklarına saldırı olarak değerlendirmezler. Çünkü kadını yanlışa düşmekten(!) korumak, cumhuriyet aydınlarının asli vazifesidir. Zira kadınımız kendisi için neyin doğru olduğunu onlar kadar iyi bilemez. Hayatı hakkında karar verebilecek anlayış ve ehliyete sahip değildir henüz. Türk kadını ancak onların referanslarına uygun düşen bir hayat tarzını seçtiği takdirde özgürleşebilir. Yanlış tercih(!) halinde dayatmanın devreye girmesi normal görülmelidir. Belli bir üslup ve hayat tarzını, gerekirse şahsiyeti de çiğneyerek kabul ettirmek meşrudur bu zihniyete göre. Kadın, kendisine sunulan özgürlüğe sıcak bakmasa da kabul etmek zorundadır. “Halka rağmen halk için.” diyen jakoben mantık ayniyle burada da geçerlidir: “Kadına rağmen kadın için.”
Türk modernizmi kadını, kendi kararını kendisi veren bağımsız bir özne olarak değil, biçimlendirilmesi gereken bir nesne olarak görmüştür daima. Varlığındaki cevheri işlemeye yönelmemiş, sadece dış görünümü üzerinde operasyon yapmaya kalkışmıştır. Başörtüsü takan bir kadının, kocasının gölgesinde kalmaya mahkûm olduğu ön kabulünden yola çıkarak tesettürü cinsler arası eşitlik ve özgürlük anlayışına aykırı bulmuştur. Kadını kocasının vesayetinden kurtarmak isterken kendi vesayeti altına aldığını görmek istememiştir. Toplumun refleksleri devreye girip kendisini dışladığı zaman da haddini bilmek yerine hırçın ve kaba bir tutum sergilemiştir.
Bu anlayışın ABD’nin işgalci mantığından hiçbir farkı yoktur. Irak’ı işgal ederken ABD, halkı Saddam’ın zulmünden kurtarıp özgürleştirmek için yola çıktığını söylüyordu. İşgalin üzerinden yıllar geçti. Halk özgürleşemediği gibi otorite boşluğunun doğurduğu kaos ortamında özgürlük ihtiyacı eskisinden daha fazla kendisini hissettirir oldu.
Bizdeki modernlerin özgürlük anlayışı da bu mantıktan daha medeni bir irtifaya sahip değildir. Özgürlüğü kadın için değil, kendileri için istemişler, onu istedikleri şekilde biçimlendirme özgürlüğünü savunmuşlardır. Bütün bu gayretlerden geriye kalansa özgürleştireceğim derken benliklerine kelepçe vurdukları, hürriyetlerini çiğneyerek özgürlüklerini ayaklar altına aldıkları hayatlar olmuştur.