Beklentidedir insan ve bundandır bekli de insanları hep bir kalıba koyuşumuz. “Sen bu yere çok güzel oldun, hadi giriver içine dediğimiz”. Ama burada unuttuğumuz bir şey vardır ki o da herkesin kendine özgü bir yaradılış tabiatının olduğudur. Ve biz her ne kadar çabalasak da kişinin yeri onu layık gördüğümüz yer değilse yerini yadırgayacak, sığdırmaya çalıştığımız mekana belki sığmayacak, belki küçük kalacak, belki de içeriye girmek için kendini parçalaması gerekecektir.
Bir denizi gölete sığdırmaya çalışsan ne olur? Denizin enginliğinden vazgeçmesi gerekir. Halbuki o akıp gitmeyi, dalgalanmayı, yeri gelince coşmayı, kendine hayran bırakmayı sever. Gölet olmaya çalışsa, kendinden vazgeçer. Coşkunluğunu durdurur. Hayatın can nefesinden yara alır gibi bir şey olur.
Peki bir karıncayı denize atsak ve orada yaşayacaksın desek ne olur? Niye atıyoruz şimdi durup dururken demeyin. Yaşadığımız hayatta insanlarla her günkü iletişimimizde yaptığımız hataların farkına varmak için ezberlerimizi bozarak ilerlemeliyiz.
Karıncaya dönersek, o hayatını kazanmak için durmadan yorulmadan hep bir koşuşturma içindedir. O toprağı eşeleyerek yuvasını kurmayı sever. Toprak kokusu olmadan yolunu bulamaz, yiyeceklerini saklayamaz. Deniz güzeldir ama onu korkutur yine de. Alışmamıştır. Çok büyüktür ona göre, boğulma korkusuyla didinir durur içinde. Yadırgar yerini. Çünkü onun yeri orası değildir.
Adalet ve zülüm kavramları geldi aklıma. Adalet bir şeyi ait olduğu yere koymaktı. Muhatabımıza ait olduğu yerin dışında bir kapıyı gösterdiğimizde ise bu onun için bir zulümdü. Yaratıcımız bize “zulmetmeyin” demişti, zulmetmeyin. Rabbül Alemin böyle der iken çevremizdeki insanları yerine getiremeyecekleri vazifelerle yükümlü kılmak sırf kendi isteğimiz bu yönde diye diretmek ne kadar da acı dolu haykırıyordu her yanından.
Sevelim. Sevemiyorsak en azından zulmetmeyelim.
Kendinden vazgeçen insanın kime ne faydası olur ki?
Kendi içini diriltemeyen, kimi diriltebilir?