Bir “Dün Dündür, Bugün Bugündür.” Masalı: Süleyman Demirel

Haldun Sönmezer“Küfür ve fitne devri kapandı. Şimdi riya devrindeyiz. Onun da eceli gelmiştir beyler. Gözü olana gün ışımıştır!” 

Fethi Gemuhluoğlu 

 

 

Mahşerin dördüncü atlısı da atına bindi ve gitti. Fakat bu sefer o ünlü fötr şapkasıyla değil de her fani gibi sevaplarıyla ve günahlarıyla terk etti hayat sahnesini. Bizim kuşak dünyaya “merhaba” dediğinde Süleyman Demirel siyasetin en aktif öznesiydi. Çocukluğumuzun geçtiği yetmişli yılların siyaset arenasındaki dört ana figürden birisiydi o. Dört ana eğilimi temsil eden dört siyasi lider (Demirel, Ecevit, Erbakan, Türkeş) adeta iskambil destesindeki dört temel simge (karo, kupa, maça, sinek) gibiydi o günlerin Türk siyasi hayatında. Her biri bulundukları mevkie sanki tapulamışçasına oturmuştu.

 

1434529595392

Süleyman Demirel içlerinde en yaşlı olan değildi fakat siyasi açıdan en kıdemli olandı. Hepsinden daha önce siyasete girmiş ve yine hepsinden evvel ikbal merdivenlerini tırmanmaya başlamıştı. Ve yine hepsinden sonra da o terk etti sahneyi.

Türk toplumu, Süleyman Demirel ismini ilk olarak 1950’li yılların birinci yarısında işitmeye başladı. Seyhan Barajı’nın proje mühendisiyken devrin başbakanı Adnan Menderes’in dikkatini çekmiş ve 1954 senesinde Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü bünyesindeki Barajlar Dairesi Başkanlığı’na atanmıştı. Bir yıl sonra da çalıştığı kurumun genel müdürü oldu. Otuz yaşında Türkiye tarihinin en genç genel müdürü sıfatını kazandı. Bürokraside geçirdiği bu yıllar siyasete hazırlık stajıydı onun için.

Altmışlı yılların başında bürokrasiden siyasete transfer olan genç bir bürokrattı. Mühendislik bilgisi ve bürokrasi tecrübesiyle kulvar değiştirerek politikaya yöneldi. Kendisini tanıyanlar siyasete girmeden önce “fazla konuşmayan, sessiz ve mutedil bir kişilik” olarak tanımlıyorlardı onu.

Devlet bürokrasisinde kazandığı deneyim ile Adalet Partisi’nin genel idare kuruluna seçilerek otuz sekiz yaşında atıldı siyasete. 27 Mayıs sonrasının şartlarında Anadolu insanının ümidi olarak çıkmıştı meydanlara. Hiç ummadığı bir anda devlet kuşu başına kondu. Kırk yaşında genel başkan, bir yıl sonra da başbakan oldu. Osmanlı’daki sadrazamlarla kıyaslandığında ise çok da erken bir yaş değildi bu. Türkiye tarihinin en genç başbakanı olan Fazıl Ahmet Paşa, Demirel’in başbakan olduğu yaşta dünyasını değiştirmişti.

Şahsı adına son derece münbit ve elverişli bir siyasi zemin yakalamıştı. Celal Bayar da dâhil olmak üzere eski Demokrat Partililer siyasi yasaklı kapsamındaydı. 27 Mayıs’ın zulüm çemberinden geçen bu isimlerin artık aktif siyaset yapacak halleri de yoktu. Ragıp Gümüşpala’nın ani ölümü ise onun için devlet kapılarını sonuna kadar açtı ve ikbal yıldızını siyaset kalesinin burcuna yerleştirdi.

 

5762e53667b0a904d882cfaf

İlk başbakanlığı günlerinde, içinden çıktığı siyasi geleneğin duayeni mevkiindeki Celal Bayar, Demirel’i hafife alır ve ondan; “Bizim su işleri müdürü…” diye bahsederdi. Postal gölgesinin siyasetin üzerine düştüğü o sıkıntılı devrede dahi mensubu bulunduğu siyasi geleneğin kodamanlarına bile kendisini kabul ettirememişti. Zamanla Türk toplumu, her devrin adamı olan bu şahsı daha yakından tanıdı ve devrin şartları icabı da kabullendi.

Her siyaset adamı gibi Demirel’in de nev’i şahsına münhasır özellikleri ve mümeyyiz vasıfları vardı. Usta politikacıların mahir oldukları hususlardan birisi de cevap vermek istemedikleri bir soruyu nasıl cevapsız bırakacaklarını bilmeleridir. Süleyman Demirel ise bu işin şahıydı. Bir siyasetçi olarak bu onun en önemli vasfıydı. “Çok konuştu ama hiçbir şey söylemedi.” denir ya, tam o cinsten. Katır yüküyle laf söyler fakat konuşmasında dişe dokunur hiç bir şey bulunmazdı. Sorunun gerçek cevabının yanından bile geçmez, söylenmesi gerekeni hep yutardı. Sözlerinin satır aralarında gezenler bile pek bir şey bulamazdı.

Bu siyasi tutumun trajikomik tezahürlerini hem iç hem de dış politikada görmek mümkündü. Andreas Papandreou; “Ege’nin % 97’si Yunanistan’ındır.” derken Süleyman Demirel’den; “Ege, dört asır boyunca bizim iç denizimiz olmuştur; tarihte bizimdi, bugün de bizimdir.” gibisinden bir açıklama duyamazdınız. Kendisine; “Sayın Başbakan, Yunanistan, Ege Denizi’nin Yunan Gölü olduğunu savunuyor, cevabınız ne olacak?” diye sorulduğunda; “Ege bir Türk gölü değildir, Ege bir Yunan gölü de değildir. Binaenaleyh Ege bir göl de değildir.” cevabını vermişti. Her zamanki gibi lafı eveleyip geveliyor, siyasi coğrafyadan fiziki coğrafyaya uzanıyor, meseleyi bağlamından kopararak laf kalabalığına boğuyordu.

Meseleleri zamanın çözmesine endeksli bir siyasetçiydi. O yüzden de hiçbir zaman hadiselerin önünden yürümedi, onları hep geriden takip etti. Hadiselere takaddüm edip problemleri bir an evvel çözmek yerine nisyana terk ederek çürütmeyi tercih etti. Milletin menfaati ile ilgili çetrefil bir meselede cesur davranıp inisiyatif kullandığı hiçbir zaman için görülmemiştir. Statükoyu zorlamak yerine mevcudu muhafaza edip tahkim etmekten öte bir icraatı olmamıştır. Siyasi tavrı, futbolda galibiyet ya da beraberliğe razı bir takımın, fazla riske girmeksizin topu kendi arasında çevirmek suretiyle zamana oynamasına benziyordu.

00009047507

Süleyman Demirel’in altı defa gidip yedi defa dönmesinin sırrını birazcık da burada aramak gerekir. İç ve dış dengeleri daima gözetti ve küresel güç merkezleriyle iyi geçinmeye çalıştı. Zülfi yâre dokunacak açıklamalardan da çoğu zaman kaçındı.

Son başbakanlığı dönemindeydi. Kürt siyasi hareketinin mümessili(!) olan bir partinin kongresinde; “Mehmetçiği vur, Kürdistan’ı kur!” sloganları atılmıştı. Küstah ve cüretkâr bir kalabalık Ankara’nın göbeğinde adeta devlete meydan okumuştu. Gazete muhabirleri tarafından kendisine bu durum sorulduğunda; “Bu ülkenin hâkimi var, savcısı var, emniyet güçleri var. Gereken yapılır.” cevabını verdi. Benzer meselelere ilişkin sorulara verdiği cevapların da bundan pek bir farkı yoktu. Hassas konulara girmemeye çalışır, sorulduğu zaman da kendisini aradan çıkartarak cevaplandırırdı. Devlet erkini elinde tutmasına rağmen bu gibi durumlarda köşeye çekilir, kendisini muhatap kabul etmez, devletin hâkimini, savcısını, kolluk kuvvetlerini adres olarak gösterirdi. Endişelenecek bir durum olmadığı havasını yaratır, serinkanlı bir tutum sergileyerek tansiyonu düşürmeye çalışırdı.

Süleyman Demirel, dünya sistemi ve Kemalizm’le uzlaşan konformist tabiatı sayesinde altı defa gidip yedi defa dönebilmiştir. Dünya sisteminin efendileri ve cumhuriyet elitleri Anadolu’nun bağrından devşirdikleri bu şahsı en başta benimsemeseler de daha sonra uysal ve itaatkâr tabiatı sebebiyle tekrar tekrar denediler.  Eyyamcı ve biat etmeye yatkın duruşu sayesinde iktidarla muhalefet arasında mekik dokudu. Bazen baş kaldırsa bile bu tutumunu uzun süre devam ettirecek cesaret ve dirençten yoksundu.

20150922110410_ab6deb325a3ffac714dcaceee641

Muhakkak ki her sorunun hakiki karşılığı vicdanında mahfuzdu. Ama o hayatı boyunca derunundakini gizlemeyi tercih etti. Bu tutumuna sebep de konjonktüre aykırı düşmekten korkmasıydı. Sadece politikayla ilgili meselelerde değil, yakın tarihe ilişkin yorumlarında da geçerliydi bu tavır. Hayatının son yıllarında bir zamanlar siyasi muarızı olan Bülent Ecevit bile Vahdettin hakkında daha iyimser bir tablo çizer ve o mazlum padişahın boynuna asılmış hain yaftasını haksız bir değerlendirme olarak nitelerken Demirel, her zamanki güvenli liman arayışından dolayı Kemalist ideolojinin ezberine sadık kalmayı tercih etti. Aynı yaklaşım tarzının bir benzerini Çerkez Ethem bahsinde de gösterdi. Cumhurbaşkanı olduğu dönemde kendisini ziyarete gelen Çerkez Dernekleri’nin yetkilileri ders kitaplarında; “Çerkez Ethem’in ihaneti” şeklinde yer alan ifadenin kendilerini rahatsız ettiğini, bunun değiştirilmesini, en azından Çerkez ibaresinin çıkarılmasını talep ettiler. Demirel her zamanki tavrıyla misafirlerine nazikçe “Hayır.” dedi.

Konjonktürlerin adamıydı. Gerçeklik algısı da ona bağlı olarak değişirdi. Konjonktürün dışına çıkmamaya özen gösterirdi. Vazifesi statükoyu zorlamadan konjonktüre uygun tavır almaktı. Belli bir dünya görüşüne bağlı olduğunu düşünmüyorum. Fikri yoktu ama zikrinin değişmesi için konjonktürün de değişmesi lazımdı.

Soğuk savaş döneminin bu politikacı tipi, mutemedi olduğu dünya düzeninin şartlarına göre hareket etti daima. Her zaman sınırlarını bildi ve o sınırları aşmamak için büyük bir dikkat ve itina gösterdi. Görevi, mevcut yapıyı tahkim etmekti. Siyasi hayatı boyunca hep statükonun bekçiliğini yaptı.

Kendisinin yeni cumhurbaşkanı seçildiği günlerden biriydi. Bir araştırma için Ankara Milli Kütüphane’ye gitmiştim.  Kütüphanenin iç pencerelerinden birine asılmış olan bir gazete küpürü dikkatimi çekti. Üzerinde Demirel’in o güne kadar hiç görmediğim, gözleri kapalı bir resmi vardı. Altında ise aynen şöyle yazıyordu: “Amerika’yı dinliyorum, gözlerim kapalı.”

 

918caa1cc214a001075e5e3f67764c3f

Su mühendisi olması dışında Demirel’in tek hobisi siyasetti. Kelimenin tam anlamıyla bir homo politicus denebilir. Politika dışında hobileri, özel ilgileri olan bir kişiliği yoktu. Politika yiyen, politika içen, politikayla yatıp politikayla kalkan bir siyasi muhteristi o. İsmet Paşa’nın satranç, Turgut Özal’ın bilgisayar gibi merakları vardı. Demirel’in ise böyle bir keyfiyete sahip olduğunu söyleyemeyiz. Zamanla edindiği birtakım alâkalara bile siyasi hayatta kendisine avantaj sağlayacağını düşündüğü için yönelmiştir. İleri yaşında İngilizceyi konuşacak seviyede öğrenmesi bile bu maksada müteveccihtir. Nitekim ABD siyasetinin duayen ismi Kissinger, yıllar sonra onun için; “Süleyman Demirel, siyasete girdiği ilk günlerde bizimle Türkçe konuşurdu, bugün ise İngilizce konuşuyor.” demişti.

Kendisinin büyük bir hatip olduğu yönündeki beyanlara hiç itibar etmedim. Konuşmalarında son derece basit, yalın ve herkesin anlayabileceği bir dil kullanırdı. Halka ulaşabilmesinin sırrı da burada yatıyordu. Yoksa onda ne Adnan Menderes’in konuşmasındaki zarafet ne de Osman Bölükbaşı’nın hitabetindeki talâkat vardı. Çoğu konuşması haşviyat, yani doldurma laftan ibaretti. Miting meydanlarında “benim işçim, benim köylüm, benim memurum…” derken oportünizmin ve oy avcılığının en nadide örneklerini sergilemiştir.

Tarih Süleyman Demirel’i büyük bir demagog olarak anacaktır. Kelimenin tam anlamıyla bir demagoji fenomeniydi. Hatipliğine yönelik övgü dolu yorumlar ise şişirmeden ibarettir.

Otuz yıllık bir emeğin mahsulü olan merhum Nejat Muallimoğlu’na ait “Hitabet: Bütün Yönleri İle Konuşma Sanatı” isimli nadide bir eser vardır. Eserin sonunda da büyük felsefeci ve siyasilerin konuşmalarından seçilmiş dünya hitabet sanatından örneklerin yer aldığı bir bölüm mevcuttur. Kendisinin hiçbir konuşması kesinlikle bu esere girebilecek evsafta bir hitabet örneği değildir. Nitekim çağdaşı olan Muallimoğlu da hiçbir konuşmasını eserine almamıştır.

Demirel’in en calib-i dikkat ve belki de alkışlanmaya değer meziyeti muhteşem hafızasıydı. Yıllar önce sadece bir defa gördüğü bir kişiye bile yıllar sonra karşılaştığında ismiyle hitap edebilmesi herkesi şaşırtırdı. Hem kendisini hem de Bülent Ecevit’i aynı yıl peşi sıra ziyaret eden bir müteahhitten işittiğim şu anekdot, kendisi ile çağdaşları arasındaki farkı göstermeye yeter: “1973 yılıydı. Önce Demirel’i, daha sonra da Ecevit’i heyet halinde ziyaret ettik. Beş kişiydik. Demirel, tanışırken isimlerimizi sordu ve ondan sonra da ikinci defa sormaya gerek duymadan hepimize isimlerimizle hitap etti. Ecevit ise konuşma esnasında sadece bana, belki beş sefer ismimi sordu.” *

1992 senesinde başbakanken Rize’ye gider ve Rize’de partisinin gençlik komisyonları başkanı ile tanıştırılır. Bu genç delikanlının adı da Süleyman’dır. Genç politikacı Demirel ile ancak birkaç dakika konuşma fırsatı bulur. Aradan altı ay geçer ve bu genç politikacı bir davet için Rize’den Ankara’daki DYP Genel Merkezi’ni arar. Telefonu Demirel’e bağlarlar. Delikanlı söze; “Efendim, ben Rize Gençlik komisyonları başkanıyım.” şeklinde giriş yapar fakat daha ismini zikretmeye fırsat bulamadan Demirel’den karşılık gelir: “Merhaba Adaş!” **

Türkiye coğrafyasını avucunun içi gibi bilen tek siyasetçiydi. İktidarda olduğu yetmişli yıllarda Manisa’nın Kırkağaç ilçesine bağlı bir köyün sakinleri, randevu alıp heyet halinde Süleyman Demirel’i ziyarete giderler. Köyü, merkeze bağlayan bir yol yoktur ve talepleri de köy ile Kırkağaç arasına bir yol yaptırtmaktır. Köyün Kırkağaç’a olan uzaklığı on sekiz kilometredir. Kendi aralarında şöyle anlaşırlar: “Biz daha işin başında beyefendinin gözünü korkutmayalım. Mesafeyi olduğundan daha kısa gösterelim, on iki kilometre diyelim. Bu aşamada önemli olan ödenek çıkartmak. Beyefendi onay verdikten sonra nasıl olsa yolun tamamı yapılır.” Taleplerini aynen bu şekilde Demirel’e iletirler. Demirel, kısa bir sessizlikten sonra şöyle cevap verir: “Ödenek çıkartırız, o kolay da… Yalnız sizin bir yanlışınız var. Sizin köy ile Kırkağaç arası on iki kilometre değil, on sekiz kilometredir.” ***

Süleyman Demirel’i siyasette üstün kılan hususlardan birisi de siyasete girdiği ilk günden itibaren hep bir ekiple hareket etmesi olmuştur. Necmettin Cevheri, İsmet Sezgin, Ekrem Ceyhun gibi siyasetin gediklisi isimler, hep onunla birlikte yürüdüler. Süleyman Bey de onları hiç yanından ayırmadı ve her daim cömert ve vefalı davrandı.

1144618

Seçim vaatleri, siyasi hırsının ulaşmış olduğu seviyeyi göstermesi açısından apayrı bir inceleme konusudur. 1991 seçimleri öncesiydi. Yıllar sonra yeniden iktidar olma şansını yakaladığını fark edince hırsı daha da kamçılandı ve o andan itibaren de akıl almaz vaatlerde bulundu. İllüzyonist Zati Sungur gibi şapkasından iki anahtar bile çıkarttı. Biri ev diğeri araba… Siyasi literatüre giren “ödünç oy” kavramının mucidi oldu. “Halkımdan bu seçimlerde ödünç oy istiyorum. Önümüzdeki seçimde herkes oyunu benim partimde birleştirsin, daha sonra her oy ait olduğu adrese dönebilir.” sözleri, kendisine göz kırpan iktidarın heyecanıyla içinin fıkır fıkır kaynadığını gösteriyordu.

Yine seçim arifesinde tütün üreticisine yönelik olarak söylediği; “Kim ne veriyorsa ben beş bin lira daha fazla veriyorum.” sözü dünya siyasi mizah edebiyatına geçecek kadar gülünç bir vaatti.

Tebessüm ettiren beyanları ve karakteristik özellikleriyle siyasi mizaha en çok katkı yapan liderlerin başında gelir. Hiç şüphesiz taklidi en çok yapılmış siyasetçidir. Bu konuda son derece anlayışlı ve esnekti. Bu anlamda siyasi kültüre olumlu katkı yaptığını söyleyebiliriz.

İhtirasları kendisi ve dar çevresiyle sınırlı bir zattı. 2000 senesinin haziran ayıydı. Süleyman Demirel Çankaya’dan inip Güniz Sokak’a taşınalı henüz bir ay olmuştu. O günlerin birinde Beşiktaş’ta Dr. Sait Başer’e ait Seyran Kitabevi’nde otururken Atom Enerjisi Kurumu’nun eski başkanı, mutasavvıf Ahmet Yüksel Özemre Hoca teşrif etti.

O günlerde Sait Başer bir süre önce Tebliğler Dergisi’nde yayınlanan ve İngilizce eğitimini anaokulu seviyesinden başlatmayı hedefleyen bir projeyi engellemeye dönük gayretler içindeydi. Konuyla ilgili olarak devlet kurumlarına raporlar gönderiyor, basın yayın odaklarını uyandırmaya çalışıyordu. Türk çocuğunun daha Türkçeyi doğru dürüst öğrenmeden sömürge ülkelerindekine benzer bir uygulamayla İngilizce eğitim almaya başlayacak olması onu endişelendiriyordu. Demirel’i şahsen tanıyan Özemre Hoca’ya meseleyi açtı ve “Süleyman Bey bu konu ile ilgilenir mi? Ziyaret etsek ve kendisine konuyu açıp yardım istesek nasıl olur?” dedi. Merhum Özemre’nin verdiği cevap, adeta bir karakter analiziydi: ”Kendisine siyasi rant sağlayacağını düşünürse ilgilenir.” **** Sadece halk indinde değil, kendisini yakından tanıyanlar nezdinde de bıraktığı intiba buydu.

1992 yılının mart ayında Osman Bölükbaşı’yı Ankara Çankaya’daki evinde ziyaret etmiştim. Sohbet esnasında söz Demirel’e gelince Bölükbaşı bana, başbakan Demirel’in kısa bir süre önce kendisini telefonla aradığını, hal hatır sorduktan sonra yakın zamanda kendisini ziyaret edeceğini söylediğini nakletmişti. Bölükbaşı’nın bu ziyaretle ilgili yorumu ilginçti: “ “Kürt realitesini tanıyoruz.” sözünün eski siyasiler tarafından nasıl karşılandığını merak ediyor. Onun için kapımı çalıyor.” *****

Kendisinin tartışma konusu olan bir diğer özelliği de, masonluğudur. Demirel, şartlara göre şekil alan, yeni durumlara çok çabuk uyum gösterebilen bir siyasi bukalemundu. 1964 senesinde Adalet Partisi genel başkanlığına seçilirken yükselen itirazlar üzerine mason olduğunu inkâr etmişti. 1986 senesinde genç bir muhabir, kendisine mason olup olmadığını sorduğunda; “Sen kaç yaşındasın evlat?” dedi. Genç muhabir, yirmi beş yaşında olduğunu söyleyince; “Sen bir yaşında iken o iş bitti.” cevabını verdi. 1962’den beri locanın kapısından içeriye adımını atmadığını söylüyordu. Yani o, çeyrek asırdan beri uyuyan bir masondu.

Demirel’in seksenli yılların ortalarında aktif siyasete dönüş yaptığı günden, cumhurbaşkanı olduğu tarihe kadarki siyasi hayatına damgasını vuran hadise, eski müsteşarı ile yaşadığı büyük siyasi çekişmedir. Kendisinin yasaklı olduğu dönemde Turgut Özal’ın ANAP’ı kurarak onun bir zamanlar liderlik yaptığı kitleye hitap etmesi, Demirel’i çileden çıkartmış ve “Tapulu arazime gecekondu yaptırtmam.” dedirtmişti. Bu sözler, yıllarca demokrasi mücadelesi verdiği söylenen bir şahsın, bu iddiasının ne kadar kof ve sahte olduğunu gösteriyordu. Halkın oylarını tapulu malı gibi görmek, bir başkası ona talip olduğunda ise onu gâsıp ilan etmek.

Demirel çelişkilerin adamıydı. Özal’ın 263 milletvekili ile cumhurbaşkanı olmasına karşı çıkmış, selefinin meşruiyetini sürekli sorgulamıştı. Fakat Özal’ın ölümünden sonra Çankaya’ya çıkarken 244 oyla o makama oturmakta hiç bir beis görmedi. Her zamanki alışkanlığını tekrarlayarak; “Dün dündür, bugün bugündür.” dedi.

Süleyman Demirel’in gerçekte Turgut Özal’a bir vefa borcu vardır. “O, benim çırağımdı.” diyerek Çankaya’ya çıkışını bir türlü içine sindiremediği Turgut Bey, kendisinin de önünü açmış ve siyasi ömrünü taçlandırmıştır. Eğer Turgut Bey kendisinden önce Çankaya’ya çıkmamış olsaydı 864 rakımlı tepeyi rüyasında bile göremezdi. Turgut Bey’in başlattığı sivilleşme siyasetinin bir neticesi olarak onun açtığı yoldan Çankaya yokuşunu tırmandı.

Oldukça pişkin bir tabiatı vardı. Cumhurbaşkanıyken millet vicdanında hüküm giymiş şaibeli insanları etrafında toplamış ve kendisinin tabiriyle onlarla aile fotoğrafı çektirmişti. Takip eden günlerde bu fotoğraftan dolayı eleştirilince daha büyük bir pişkinlikle; “O, benim vicdanımın fotoğrafıdır.” dedi. Cumhurbaşkanlığından ayrıldıktan kısa bir süre sonra ziraatçılara hitaben yaptığı bir konuşma esnasında mağdur bir çiftçinin kendisine laf atarak; “Biz sizin ailenizden olsaydık şimdi bu vaziyette olmazdık.” demesi, aile fotoğrafından duyulan hoşnutsuzluğun maşeri vicdandaki yansımasıydı. Sinirleri alınmış bir politikacıydı. Sabırlı davranır, halktan gelen bu tür tepkilere karşı şiddetli reaksiyonlar göstermez, sineye çekmesini bilirdi. Suçunu kabul etmese de hem suçlu hem güçlü pozuna bürünmezdi. Bu da onu, diğer politikacılardan ayıran bir özelliğidir.

Hayatının en talihsiz açıklamasını ise siyasi hayatını bitirip köşesine çekildikten sonra yaptı. Bu sefer yuvarlak değil, son derece net konuştu. Bir televizyon programında başörtülü öğrenciler için; “Okumak istiyorlarsa Arabistan’a gitsinler.” dedi. Gerçekte bu sözleriyle kendisini bir köşeye iten muhafazakâr kesime karşı içindeki hıncı kusuyordu. Kendisine yıllarca destek veren muhafazakâr, mütedeyyin halk kitlelerinin desteğini yıllarca nasıl sömürdüğünü ve nihayet dokuzuncu senfoni dinleyen cumhuriyet elitlerinin önünde; “İşte, çağdaş Türkiye!” nutukları atarak onları nasıl sattığını unutmuşçasına…

Yıllarca didiştiği, son yıllarında ise iyi dost olduğu Bülent Ecevit de son başbakanlığında, halkın reyiyle seçilmiş başörtülü bir parlamenteri Meclis’ten kovalamıştı. Biri sağcı, diğeri solcu iki siyasi liderin, ömürlerinin sonbaharında milletin hassasiyetlerine karşı aleyhte ittifak etmeleri, yıllarca millete karşı bir tiyatro oynadıklarının ve ikisinin de Gemuhluoğlu’nun tabiriyle riya devrinin aktörleri olduğunun resmidir.

Demirel’in bütün siyasi vazifelerini bitirip köşesine çekildikten sonra bu açıklamayı yaptığı düşünülürse zihniyetini ve gerçek niyetini anlamak mümkün olur. Davasının ne olduğu ve yıllarca gizliden gizliye hangi maksada hizmet ettiği anlaşılır.

Süleyman Demirel’in en büyük şansı darbelere hedef olmasıydı. Bu, onun hem bir mağduriyet psikolojisi oluşturmasına fırsat verdi hem de onu ve kuşağının siyasetçilerini bir köşeye çekip dinlendirdi. Siyasetin stres yüklü atmosferinden bir müddet uzak kalan bu eski tüfekler, yenilenme fırsatı bularak eskisinden daha hızlı bir şekilde siyasete dönüş yaptılar.

28 Şubat sürecinde halkın yanında değil de darbecilerin yanında saf tutmuş olmasının sebebi, rejimi telaşlandırmama ve güç merkezleriyle iyi geçinme gayretiydi. Vakti dolduğunda görev süresi belki bir beş yıl daha uzatılır mı düşüncesiydi. Söylemesi gerekirken siyasi istikbal kaygısıyla söylemedikleri, günah galerisindeki yerini almıştır.

“Yanlış hesap Bağdat’tan döner.” 12 Mart ve 12 Eylül Süleyman Demirel’i iktidardan uzaklaştırsa bile siyasi hayatını uzatmıştı. 28 Şubat sürecindeki tavrı ise siyaset defterini onun için bir daha açılmamak üzere kapattı. Hâlbuki Demirel, siyasete girdiği ilk yıllarda, yani rejimin daha zinde olduğu dönemde, milletin yanında görünmüştü. Milletin güçlenmekte olduğu dönemde ise kapağı devlete attı. Bu onun için sonun başlangıcıydı. Gücün el değiştirmekte olduğunu, milletin yakın zamanda kaderine el koyacağını göremedi. O yüzden de milletin yanında değil, rejimin yanında saf tuttu. Devlet adamı değil, devletin adamı olmayı tercih etti.

Kanaatimce Süleyman Demirel’in hayatının en zor ve sıkıntılı devresi, Çankaya’dan indikten sonraki son on beş yıllık dönemidir. Zira fötr şapkasıyla selamladığı milyonlar, artık onu ıskartaya çıkartmıştı. Siyasi yasaklı olduğu dönemlerde bile bu kadar derin bir eziklik yaşamamıştır. Yıllarca devletin mahreminde yaşamış, iktidarla yatıp iktidarla kalkmış bir şahsın, mevsimin değişmesi neticesinde artık iktidarın gölgesine dahi sığınamayacak duruma düşmesi, onu ziyadesiyle kahretmiştir. Hayatının son yıllarında yaptığı milletin hissiyatına aykırı açıklamaları, bu eziklik psikolojisinin tahrikiyle yaptığını düşünüyorum.

Bugün artık hayatta olmayan bir dostumdan çok uzun zaman önce dinlemiştim. Yıllarca Almanya’da kalmış bir arkadaşı kendisine, bir Alman dostunun aynen şöyle söylediğini aktarmış: “Ben sizin yerinizde olsam, Demirel’i Başbakan, Ecevit’i Dışişleri Bakanı, Erbakan’ı Sanayi ve Ticaret Bakanı, Türkeş’i de İçişleri Bakanı yapar, memleketinizi adam gibi yönetirim. Ülkenizde her 25-30 yılda bir, böyle 4-5 adam yetişiyor ve sizler de onların her birini bir partinin başına oturtuyorsunuz. Ondan sonra bunlar, bütün enerjilerini, siyasi birikim ve yeteneklerini birbirlerinin kuyusunu kazmak yolunda harcıyorlar. Siyasi manevra yapmakla geçirdikleri vakit ölçüsünde ülke kalkınmasına zaman ayıramıyorlar.” ******

Hiç şüphesiz Alman’ın yaptığı bu yorum teorik bir yaklaşımı ifade eder. Fakat bir realiteyi de gözler önüne sermiyor değil. Çatışmacı siyasi kültürün egemen olduğu, devlet ile milletin karşılıklı olarak birbirlerine fazla güvenmedikleri bir ortamda iki değirmen taşı arasına sıkışmış bir buğday tanesi misali devletle millet arasında ezilen bu liderler, başka ülkelerin siyasi hayatında olmadığı kadar birbirleriyle didişmişlerdir. Zaman zaman bir araya gelseler de birbirlerine laf yetiştirmek için harcadıkları vakit ölçüsünde hizmete vakit ayıramamışlardır.

Vefatından sonra “Bir devir kapandı.” değerlendirmesi yapıldı. Gerçekte ise onun temsil ettiği siyaset anlayışının son kullanım tarihi 2002’de dolmuştu. 2000 senesinde siyasi ömrü bitmiş, 2002 senesinde ise Türk halkı, beyaz bir ihtilâlle onun temsil ettiği siyaset anlayışını sandığa gömmüştü. 2007’de başlayan süreç ise, merhum Fethi Gemuhluoğlu’nun ifadesiyle artık riya devrinin kapanmak üzere olduğunu gösteriyordu.

kara-kutu-s1

Demirel, sağ siyaset felsefesine mensup siyasetçiler içerisinde bir açıdan en talihsizidir. Menderes ve Özal’ın millet vicdanında bıraktığı müspet intiba ona nasip olmadı. Aynı siyasi çizgiden gelmesine rağmen onların sahip olduğu, milletin adamı imtiyazına sahip olamadı. Doğrusu bu neticeyi de kendisi hazırladı. “Dün dündür, bugün bugündür.” sözünde ifadesini bulan samimiyetsizliği, cesaretsizliği, konuşması gerekirken susması ve gücün yanında durmayı tercih eden konformist tabiatı sebebiyle halk ondan bu payeyi esirgedi.

Demirel, samimiyet eksikliği ve siyasi hayatındaki defolara rağmen yine de sevenleri tarafından güzel uğurlandı. En azından hiç kimse cenazesinde açıktan; “Hakkımızı helal etmiyoruz.” demedi. Cenazesi, darbe meraklılarına dönük mesajlarla doludur. Kendisinden bir ay evvel ölen Evren’in cenazesindeki manzara ile kendisininki kıyaslandığında darbe yapan ile darbeye muhatap olan arasındaki fark görülecektir. Reyle gelip reyle gitmenin millet nezdinde ne kadar önemli olduğu anlaşılacaktır.

 

 

 

 

 

* Bu şehadeti İzmir’in Dikili ilçesinde yaşayan müteahhit Özen Özen’den dinledim.

** Demirel’in hafızası ile ilgili bu hatırayı DYP’nin eski Kütahya İl Başkanı İlhami Özatağ’dan dinledim.

*** Demirel’in hafızasıyla ilgili bu hadiseyi, Bergama’nın Göçbeyli nahiyesinde oturan Ali Özaydın’dan dinledim.

**** Ahmet Yüksel Özemre ile Sait Başer arasında geçen bu konuşmanın şahidi bizzat benim.

***** 21 Mart 1992 Cumartesi günü Osman Bölükbaşı’yı, Ankara Çankaya’daki evinde ziyaret ettim. Bu sözleri bizzat kendisinden işittim.

****** Bir Almana ait bu yorumu, doksanlı yılların başında İzmir Bergama’da matbaacılık yapan rahmetli Mustafa Bodur’dan işittim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.