Uluslararası menfaat şebekelerinin, Türkiye üzerine hesap yapanların işleri yolundagitse kendi arzu ve istekleri doğrultusunda yürüyen bir iktidarın tekerine çomak sokmazlar. Mevcut hükümet, kendi mantıklarına uygun bir işleyiş düzenine sahip olsa tam da seçim arefesinde onu sıkıntıya sokacak bir teşebbüste bulunmazlar. Bu, neticede kendi yağlanmış çarklarına da çomak sokmak olur. Bu durumda stabil bir yapının devamı, onlar için daha tercih edilir bir durumdur. Bir coğrafyada kaos ve kargaşalık çıkartma, toplumsal yapıyı destabilize etme girişimleri varsa o ülkede, sistemin efendilerinin ayağına batan bir diken var, demektir. Halkların kanıyla beslenmeye alışmış küresel vampirler, sisteme akortsuz unsurlardan haz etmez.
Yakın bir zamanda Ankara’da patlayan bombaları, bu ölçüyü dikkate alarak değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Eylemle neyin amaçlandığını, bombaların hedefinde kimin ya da kimlerin olduğunu görmek lazım. Meseleye bu açıdan bakıldığında karşımıza müzmin muhaliflerin iddia ettiğinin aksine bambaşka bir iktidar portresi çıkıyor.
Kanlı eylemin gerçekleştiği günün ertesi, tescilli muhaliflerden birisi gazetedeki köşesinden iktidara ve hassaten de Cumhurbaşkanı’na yüklenerek; “Defol git!” diyor. Her eylemden sonra Pavlov’un köpeği gibi havlamaya alışmış herif-i naşerif, kendisine belletilen ezberi tekrarlayarak eylemin faturasını yine iktidara kesiyor. Oynanmakta olan oyunu görmemiz lazım. Ülkenin kalbinde bombalar patlıyor, ardından basın yayın odaklarında mevzilenmiş küfür ve ihanet korosu söz birliği etmişçesine hep bir ağızdan harekete geçerek iktidar sahiplerini yaylım ateşine tutuyor. Hepsinin dilindeki nağme aynı: “Sen bu ülkenin başına gelmiş en ağır felaketsin. Defol git! Git ki ülke huzura kavuşsun.”
Bilmiyorduk, meğer çözüm ne kadar da basitmiş. Devletin başındaki zat, makamını terk ederek bir köşeye çekilecek ve ülke hemen süt liman olacak. Dert üstü murat üstü olacağız birden. Tam bir aldatmaca ve sahte cennet vaadi. Bizler buram buram husumet kokan bu sözlerin hiç de yabancısı değiliz. Aynı filmi sanki daha önce de izlemiş gibiyim. Evet evet, bu bir déja vu hissi değil kesinlikle. Biz bu filmi daha önce de izledik. 28 Şubat öncesini hatırlayalım bir: Ülkeyi kaos ortamına çekmek isteyenler, Sincan Gecesi gibi türlü tertipler ve düzmece senaryolarla suni bir tehdit algısı oluşturmadılar mı? Ne idükleri belirsiz Aczimendileri, o hırpani kıyafet ve görüntüleriyle sahaya sürüp her akşam beyaz camdan evlerimize konuk etmediler mi? Müslüm’le Fadime’yi teşhir edip tarikat düzenine onlar üzerinden saldırarak dini ve sosyal hayatı sabote etme yoluna gitmediler mi? Ya daha sonra ne oldu peki? O menhus 28 Şubat yaşandı ve dört ay sonra da ülke, daha baştan freni kendi elinde olmayan bir azınlık hükümetine peşkeş çekildi. Peki, yeni hükümetin yaptığı ilk icraat neydi? Sabık hükümetin düşürdüğü hazine borçlanma faizlerini tekrar eski seviyesine çıkararak rantiyeden nemalananlara derin bir “Oh!” çektirmek. Sadece bununla kalınmadı elbet. Sudan bahanelerle imam hatiplerin orta kısımları kapatıldı. Ayrımcılık yapılarak başörtülü hanımların çalışma hakları ellerinden alındı. Katsayı adaletsizliğiyle imam hatip mezunlarının yüksek tahsil yapma şansı zayıflatıldı. Sayısız mağduriyet yaşandı o dönemde. Yine o günlerde de basın- tıpkı bugün olduğu gibi- her gün Refahyol iktidarına çatıyor, birileri de “Beceremediniz, artık bırakın.” demiyor muydu?
Hep aynı tezgâh! Sandıkta hakkından gelinemeyen iktidarı, bel altı vuruşlar ve edepsiz bir tavırla hükümetten kovalamak, arsızca istifaya zorlamak. Bunu yaparken de kendi kaybedilmiş iktidar ve itibarını değil de memleketi düşünüyormuş pozuna bürünerek suret-i haktan görünmeye çalışmak. Elbette, sağduyu sahipleri ve kalp gözü açıklar tarafından bu kuzu postunun altında ne tür sui-niyetler gizlendiği biliniyor.
Bugün hangi oyun oynanıyorsa dün de aynısı oynanıyordu. Evet, 28 Şubat’tan sonra iktidarın meşru sahipleri, milli irade alenen çiğnenerek hükümetten uzaklaştırıldılar. Peki, uzaklaştırıldılar da ne oldu? Ülke, önce freni tutmayan bir azınlık hükümetine, ardından da birbirine taban tabana zıt üç partinin zor nikâhıyla bir araya getirildiği paçavra bir koalisyona mahkûm edildi. Ve sonuç bütün dehşetiyle ortada. 2001 ekonomik krizi. İçleri boşaltılan finans kuruluşları, ensesi kalınlara peşkeş çekilen Etibank, başbakanlık merdivenlerinde parçalanan yazarkasalar… Birkaç günde iki misline çıkan döviz kurları. Ve hortumlanan bankalarda paralarıyla birlikte umutları da kül olan biçarelerin, meydanlarda üzerlerine benzin dökerek kendilerini de kül ettikleri bir vatan tablosu.
Ve nihayet trajedinin en hazin ve acıklı sahnesi… “Medet ya Batı!” diyen cellâdına âşık anglofillerin son çare olarak Dünya Bankası’ndan bir Sabataist’i imdat çığlıkları atarak Türkiye’ye davet etmeleri. Kördüğüm haline gelen problemin daha da çarpık ve içinden çıkılmaz bir hal alması. Koalisyon denklemine dördüncü unsurun eklenmesiyle birlikte yönetim zafiyetinin tavan yapması.
Sakın aldanmayın suret-i haktan görünme sevdalılarının tatlı vaatlerine, gönül okşayıcı sözlerine. Mevcut iktidarı yerden yere çarpanlar, bu millete geçmişteki acz ve sefalet tablosundan daha fazlasını layık görmüyorlar. İnanıyorum ki artık bu millet, önce sahte cennet vaadinde bulunup ardından da kendisini sefaletin kucağına atan ve kurtuluş çaresi olarak da eline IMF’ye teslimiyet reçetesi tutuşturan şerir ve müfsitlerin iğvalarına kanmayacaktır.
Bizdeki medyanın tuzakları boşa çıktığı ve hücumları da eskisi kadar etkili olmadığı için, artık yabancı medya da devreye girmiş durumda. Meşhur Time Dergisi Cumhurbaşkanını kapak yapıyor ve onu “Kendi halkını katleden diktatör (!)” olarak niteliyor. Böyle bir tavır alış, Batı’nın kendi menfaatlerine hizmet edebilir. Meseleye onlar açısından bakıldığında bu durum normal de karşılanabilir. Akrepten bal yapması da beklenemez zaten. İşin acı olan tarafı ise nefret kumkuması haline gelmiş bizdeki öfkesine mağlupların mal bulmuş mağribi gibi “Başka söze gerek var mı? Dünyaca tanınmış TIME Dergisinin kapağı…” diyerek devlet başkanına yönelik küstahlığa, sosyal medyadaki köşelerinden çanak tutmalarıdır. Milli haysiyet, milli onur nedir; bunun farkında olmayan, ülkesini öfkesine değişmeye hazır zavallıların düşebileceği en aşağı seviyedir bu. Tarih tekerrür ediyor maalesef. Bir zamanlar Sultan Abdülhamid’e suikast düzenleyen Ermenileri, Tevfik Fikret gibi bir şair alkışlamak gafletine düşmemiş miydi? Bugün o geleneğin mirasçısı olan, ruh köküne yabancı materyalist zihniyet; nereye çarpacağı belirsiz, freni boşalmış bir araba gibi etrafına nefret saçıyor. Kesinlikle sağlıklı bir ruh halinin yansıması değil bu. Allah kendi ülkesinin devlet başkanına “katil” diyenleri alkışlamak bedbahtlığına düşen gaflet ve dalalet ehline acısın.
Ana muhalefetin başındaki zat, olaydan sonra yaptığı ilk açıklamada; “Yazıktır, bu ülke böyle mi yönetilmeli?” diyor. Çok merak ediyorum, acaba kendisi ülkeyi nasıl yönetecek? Terörü önlemek için “Pardon, Cumhurbaşkanımız adına özür dilerim. Dünya beşten küçüktür.” mü diyecek? Elbette o zaman geçici bir çözüm bulunabilir. Gerekli tavizler verilir, Türkiye yine geçmişte olduğu gibi ikinci ligde oynamaya razı gelir, uluslararası sistemin Ortadoğu’daki gönüllü acentesi olmayı kabul ederse eğer dalgalanmakta olan bu deniz o zaman bir müddet için durulur. Belki huzur ve sükûnet, hatırı sayılır bir süre devam da eder. Ama fırtınanın bir daha kopmayacağını hiç kimse garanti edemez.
Mülteci sorununu çözmek için Suriyelileri sınır dışı edip artık olmayan memleketlerine göndermeyi teklif eden bir zihniyetten de hadiseyi doğru okuması beklenemez elbet.
Şayet birilerinin istediği olur, iktidar düşer, Cumhurbaşkanı makamını terk eder ve akabinde de terör bıçakla kesilir gibi sönerse işte asıl o zaman endişelenmek lazım, acaba Türkiye hangi tavizleri verdi de tedip aracı olan terör birden sona erdi, diye.
Kim olursa olsun baştaki idarecilerin varlığını terörün sebebi gibi görmek, Türkiye düşmanlarının ve onların içimizdeki uzantılarının ekmeğine yağ sürmekten başka bir şey değildir.
Bu kanlı eylemlerin arkasında yatan temel sebep, Türkiye’nin eskisine nispetle daha bağımsız bir siyaset takip etmeye başlamış olmasıdır. Bütün bu eylemlerle iktidara; “Başına buyruk hareket etme, hizaya gel!” mesajı verilmeye çalışılıyor. Dünya sistemini sorgulamayan, uluslararası güç merkezleriyle uyumlu bir yönetimin Türkiye’de iş başında olması isteniyor.
Bazı yayın organlarında ve özellikle de sosyal medyada Cumhurbaşkanı’nın geniş bir koruma ordusuna sahip olması eleştiriliyor. Hatta bu durum kendisinin korkaklığına(!) yorularak zihinler bulandırılıyor. Korunması milli menfaatler açısından elzem olan bir zat, böylesine ucuz bir propaganda ile yıpratılmaya çalışılıyor. Hâlbuki ortada çok net bir gerçek var: Kendisi bugüne kadar Türkiye tarihinin en çok suikast teşebbüsüne maruz kalmış siyasi şahsiyeti. Bu, görmezden geliniyor. Daha doğrusu cesareti ve erkekliği bunun üzerinden sorgulanarak “Korumasız dolaş da görelim!” gibisinden kendisine acemice meydan okunuyor.
Böyle bir dönemde müfsit ve şerirlerin tuzağına düşmek, akıl kârı değildir. Cumhuriyet tarihinin en kritik evresini idrak ettiğimiz şu dönemde Cumhurbaşkanı ve Başbakanın bir koruma duvarına sahip olması şarttır. Kendileri istemese bile en iyi şekilde korunmalılar. Yakın zamanda Türkiye’de pek çok şey değişti. Bürokrasi tahakküm aracı olmaktan çıkarılarak atanmışların seçilmişler üzerindeki tagallübüne son verildi. Kurumlar daha milli bir çizgiye çekilip hükümete merbut hale getirildi. Ama henüz sistem tam anlamıyla millileşemedi. Özellikle de kökü dışarıda gayrı milli medya değerlerimizi ifsad etmeye devam ediyor. Bütün uzuvlarıyla henüz milli bir sistemin teşekkül edemediği böyle kritik bir devrede Türkiye’nin geleceği olan bu iki siyasi aktörün çok iyi korunması öncelikli milli meselemizdir. Eskisinden tümüyle farklı, yeni ve her şeyiyle milli bir sistem tam anlamıyla teşekkül etmeden hiçbir şey riske atılamaz. Zira bugünkü iktidar ve Cumhurbaşkanı, Türkiye’nin şu an için en önemli şansıdır.
Cumhurbaşkanı, her şeyden evvel Türkiye adına bir iddianın sahibidir. Ve kendisi iddiasını sürdürdüğü müddetçe de Türkiye bu tür hain komplolarla yüzleşmeye devam edecektir. Ancak millet isterse başındaki zat iddiasından vazgeçer. Burada sorulması gereken soru şudur: “Acaba millet iddiasından vazgeçmeye hazır mıdır?” İşte 1 Kasım seçimlerinde milletin vereceği karar bu olacaktır. Ya iddiasından vazgeçip ikinci sınıf bir Ortadoğu ülkesi olmaya devam edecektir -ki o zaman terör belki bir süreliğine biter- ya da 21. asrın şafağında başlattığı o büyük yürüyüşüne bütün zorluk ve engellemelere, fesat ocaklarının provokasyonlarına rağmen devam edecektir. Karar milletindir. Herhalde bu millet tarihi misyonunu ve yeniden büyük devlet olma idealini saray dedikodularına ve bayramlarda cebine konulacak iki maaş ikramiyeye değişmeyecek kadar haysiyetlidir.
Türk milleti, birkaç asırlık tarihinin en kritik eşiğinden geçmek üzeredir. Böylesine kritik ve hayati bir dönemde içine düşülebilecek en kötü durum, yeis ve ümitsizlik bataklığına saplanmaktır. Hâlbuki ümit edecek çok şeyimiz vardır ve ortada bedbaht olmayı gerektirecek ciddi bir sebep de yoktur. Fırtına ve kasırgaların ortasındaki Türkiye, rotasından şaşmadan hedefine doğru hızla ilerleyen dev bir gemiye benzemektedir.
Necip Fazıl Kısakürek, Sakarya şiirinin hitamında; “Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!..” der. Üstad’ın heyecanını duyduğu günler, artık bize çok yakındır. Çünkü karanlığın en koyu olduğu dem, güneşin doğmak üzere olduğu andır. Son günlerde üzerimize çöken zifiri karanlık, gerçekte bize, sökmekte olan pırıl pırıl bir şafağın müjdesini veriyor. Hakk’ın bize vaad ettiği günler kim bilir belki yarın, belki yarından da yakındır. Zira bu milletin ayağa kalkıp şahlanma zamanı gelmiştir. Allah’ın izin ve inayetiyle Türkiye’nin büyük yürüyüşü durdurulamaz. Gelecek bizimdir; gün doğmuş, gün batmış, artık ebed bizimdir!
Eki 29 2015