İnsanoğlunun hayat tecrübesi onun en vazgeçilemez değeri. Çünki o tecrübeyle anlamakta, bir dünya görüşü elde edebilmektedir. Ne yazık ki bu “tecrübe”, kimsenin yeni kuşaklara aktarma imkanı bulamadığı bir özdeğer… Bu öyle bir değer ki, ruhaniyetin keşfi ancak o değerle bakıldığında mümkün. Hikmet ve ölüm-hayat diyalektiğinden fizik-metafizik bütünlüğüne açılan kapıların kilidi sadece o tecrübede saklı.
Her türlü maddî varlığa temellük yanılsamasını “miras” konusu yapan ademoğlu, o telafisiz, yerine ikame edilebilecek başka bir “değer” bulunmayan tecrübesini evlatlarına aktaramıyor… O tecrübe, sadece “mülkiyet cenderesi”ne kelepçelenmemiş toplumsal ve kültürel ortamda müşahede ve iktisab edilebilirken, ruhun uyanmasını da sadece o deneyim sağlayabiliyor.
Bizim dünyamızdaki hikmet geleneği, işte tarihimizin eşsiz eseri olan “sınıfsız toplum – adalet kültürü” sayesinde her kuşakta yeni mümesiller bulabilmekte, süreklilik elde etmekteydi. Hikmetimiz bir zihin konforu derekesinde veya spekülatif, huzursuz felsefe zemininde kalmıyor, bittecrübe yanış ve uyanışlarla devam edebiliyordu…
Bizim “âşık edebiyatı”na hürmetimiz, edebiyat ve şiirde sürekli bir “aşk” merkezli cezbeye, iradî ölüme atıflı müktesabatla her kuşağı yeniden ateş hattına sürüşümüze bir de bu noktadan bakılmalı…
*
Sınıflı ve maddî güç baskısının tahakkümüne sıkışmış diğer toplumlardaki insanların ilk derdi, maddeyi yenen hikmete ulaşmak olamazdı.
Nitekim tarih bize, üst sınıfların esaretinden kurtulma mücadelesi sonunda, onların bu sefer en alt seviyedeki maddî özgürleşme macerasına esir düştüklerini söylüyor. Hem de “yeniden köleleşme tehlikesi” hiçbir zaman ortadan kalkmadığı için, Batı insanı bir “metafizik realiteye uyanma”nın gereği olan “kültürel sükûnet” ortamına asla kavuşamadı… Refah ve hayvanî/şehevî özgürlüklerin çürüttüğü ruhaniyet mahrumiyetinin sonuçlarını, “özgürlük devri” sayabileceğimiz son iki yüzyıllık “modern” Batı tarihi, bize defalarca astronomik kayıplara sebep olan küresel çapta cevaplarla verdi…
Batı, kendi felaketini, elde ettiği refahla kamufle etmeyi başardı. Üstelik, mağluplarının medeniyetlerindeki uyanış mecralarını imha ederek yaptı bu kamuflajı. Bu tahakkümden sonra yetişen diğer dünya çocukları birkaç kuşaktan beri, mağlubiyet ve asıl dünyalarıyla irtibat kaybı sebebiyle çaresiz ve gözleri kamaşarak o tüketen Batı tahakkümüne hayranlıkla büyülenip hipnozlandılar…
Kültürel geleneklerinden kalan efsunla o tahakkümün ardında da bir metafizik saltanat olabileceğine inandılar. Doğu çocuklarının Batıya atfettikleri değer ile, Batı çocuklarındaki menfaat ahlakı veya egoist realite kabulü arasında hala ne kadar göz karartıcı bir mesafe var!
*
Batı’nın metafizik noksanını, Doğulu insanın ona atfettiği metafizik evhamı telafi edebilir mi? Bu evhama metafizik bir realite ve derinlik yüklenebilir mi?
*
Tamamen madde zeminindeki alternatiflerden bakılarak “manevî” olanın keşfi imkan sınırlarımıza girebilir mi?
Doğu’nun en kabiliyetli çocuklarına açık tutulan sınavlarla Batı’ya kabul edilen çocuklarımız, kendilerine tanınan asgarî hayat limitlerinde geçirdikleri hayat biçimi, kendilerini içinden geldikleri toplumun en bahtiyar zümresi, bulundukları Batı ülkesinde ise, en kolay dışlanabilecek, koparılıp atılması en kolay tabakası olarak görmenin yarattığı bir psikoloji içindeler. Biz o psikolojiye hemen hemen hiç itibar etmedik bu güne kadar… Bu çocuklardaki uçurumun kenarında yaşamanın yarattığı kararsız psikoloji ve kendilerinin kabulüne can atarak geçirilen yılların, onların kendi ruh köklerine eğilme ihtimalini belki de ilelebet yok edişine kayıtsız kaldık… kimse yoğunlaşmadı!
Bu çocuklarımızın dönemeyip kalanlarında ömürlük hasretler ve “yurduna ihanet duygusu”nun yarattığı vicdan sızısı; dönenlerdeyse o ülkelerdeki elit hayatı özleyiş, kalıcı duygu kaynaklarına dönüyor. Dönen çocuklarımıza, onlardaki travmaları düzeltici hiçbir program uygulanmadan, en değerli mevki ve icra imkanları teslim ediliyor.
*
Batının kendi çıkmazlarına derinlemesine nüfuz etmek yerine, o dünyaya atfedilen büyülü imajları yaşamak hevesini kaç kişi yenebildi? Kaç kişi bizim dünyamıza ait “derinlik” hakkında fark edebilme yeteneğini uyandırabildi?
Kendi ülkemizdeki psikolojik Batı hegemonyasına kaçımız galibiz ki, bunu asgarî yaşama sınırlarında kıvranan, oralarda adeta gönüllü köleliğe mahkum geçen senelerden sonra gözlerinin feri kesilmiş; özentiye mağlub olanları bırakın, teslim olmasa bile enerji ve mücadele gereğine inancını tüketmiş o biçare evlat lardan bekleyebileceğiz?
*
“Şehâdet”, aslında bir müşahedeye, bir fiilî temasa, bir “tecrübe”ye atıf yapmaktaydı. Önemli olan belki de “özgürlük” değil, adâlet ortamındaki şehadet olmalıydı. Bu “şehadet” kendi ontolojimizin keşfiydi. Yoksa “ötekileştirilmiş” varlıkta yalnızlaşma sonucundan başka, etrafı kuşatılmışlık hissine mağlup bir çaresizliğe tutsaklıktan başka ne mana ifade edecektir “özgürlük”? Özgürlük fikrinin sentetik kurgusu, Batı toplumsal tarihinin hastalıklı ürünlerinden birisiydi. Özgür olmak değil, asıl adalet ve sınıfsızlık temel ilke olmalıydı. Adalet varsa “esaret” olamazdı ki, özgürlük bir fenomen haline gelebilsin!
*
Şehadet, “anlama”daki güncelliğin temeli iken, bir ezber tekrarına indirgenip, “asıl dünya gerçekliğinde yeri olmayan bir lafız”a döndürülmekle, biz hem kendi fizik-metafizik birliğimizi kaybettik, hem de sığ ve hatalı bir tarihselliğin belirlediği doğrusal, sentetik ve kurmaca(yalan) “tekamül” sloganına esir düştük. Müşahedesi olmayan bir kimsenin, bütün madde dünyası ona “miras”(!) kalsa bile, insaniyet zeminine adım atmış sayılamayacağını göremedik.
*
Göremezdik!
Haz 13 2015