“Candan Can Koparmak” Orhan Asena’nın Milli Mücadele döneminin kritik bir evresine ışık tuttuğu oyununun adıdır. Oyunda Kuvva-yi Milliye’den düzenli orduya geçiş aşamasında Mustafa Kemal ile Çerkez Ethem arasında beliren görüş ayrılığı ve bunun sonucunda yaşanan iktidar mücadelesi anlatılmaktadır. Ethem Bey, alışkanlığı icabı gerilla yöntemiyle mücadeleye devam edilmesine taraftarken Mustafa Kemal ısrarla düzenli orduya geçilmesini savunmaktadır. Neticede Mustafa Kemal’in görüşü ağırlık kazanır ve iktidar mücadelesini kaybettiğini anlayan Çerkez Ethem, kaçmak zorunda kalır.
Bu tiyatro oyununun en çarpıcı bölümü ise final sahnesidir. Kürsüden Meclis’e hitap eden Mustafa Kemal, aynen şöyle der: “Kuvva-yı Milliye bir dönemin adıydı. Milletin can havliyle ve savunma güdüsüyle başvurduğu ilk ve onurlu karşı koyuşun adı. Ama asıl savaş elbette düzenli ordularla verilecekti ve ona TBMM komuta edecekti. Biz bu gerçeği ne yazık ki bazı arkadaşlarımıza anlatamadık. Onun için de canımızdan can koparmak zorunda kaldık.”
Oyunun son perdesinde Mustafa Kemal’in söylediği bu söz, devletin ve milletin selamet ve bekası söz konusu olduğunda herhalde en çok Osmanlı padişahlarına yakışır. Kendilerinden önce gelen Türk devletlerinin parlayan ikbal yıldızının saltanat bağında büyüyen yüreklere düşen riyaset hırsıyla nasıl vakitsiz söndüğünü gören Osmanlı hakanları, nizamın selameti adına bağışlamak zorunda oldukları kan vergisini yüreklerine taş basarak da olsa ödemişlerdir. Takdimi gereken bu borcun tediyesini ise başkalarına değil de imtiyazlı aile olmanın bedeli olarak sadece kendi soylarına mahsus kılmış ve cihan çapında bir fedakârlık örneği göstererek kendi canlarından can koparmışlardır. Belki de bu ailenin Türk’ün mukadderatı üzerinde asırlar boyunca söz sahibi olmasının manevi sırrını burada aramak gerekir.
Günümüzde Osmanlı’daki siyaseten katl meselesini, ucuzcu ve hasmane bir yaklaşım ile cinai bir vak’a derekesine düşürme eğilimi vardır. Hâlbuki bu, Osmanlı siyasal sisteminde Fatih’in ünlü kanunnamesinden önce de resmen olmasa bile fiilen var olan ve devlet aklının bir gereği olarak tatbik olunan bir uygulamadır. Devlet aklı diye ifade edilen bu kavramı bizim siyaset literatürümüzde karşılayan bir kavram vardır: Hikmet-i Hükümet. Devlet aklı, devletin menfaati ile milletin menfaati çakıştığı zaman devletinkini öne alan bir mantığın ifadesidir. Osmanlı’daki siyaseten katl meselesinde ise hem devletin istikbalini hem de milletin selametini ve hepsinden önce de tebaanın can emniyetini her şeyin üstünde tutan bir bakış açısının tezahürü olarak karşımıza çıkmaktadır. Devletin bekası ve milletin huzur ve selameti söz konusu olduğunda kendi nesil bereketini dahi tırpanlayacak kadar güçlü ve normal bir insan tarafından anlaşılması zor bir şuurdur bu. O itibarla da bu durum, kifayetsiz bir bakış açısıyla sadece saltanat hırsı olarak da yorumlanmıştır.
İçinde bulunulan zamanın şartları ile maziyi değerlendirmeye kalkmak, anakronizmin pençesine düşmektir. Bu anakronik bakış açısıyla üzerinde değerlendirme yapılan konulardan birisi de maalesef Osmanlı’daki siyaseten katl meselesidir. Bu konuda bir kısım zevat, eline bugüne has değerlerle imal edilmiş bir pertavsız almakta ve onunla bundan beş altı asır öncesine ayna tutmaya kalkışmaktadır. Geçmiş zamanın şartlarına göre bugünü değerlendirmek, ne kadar saçma ve mantıksızsa bugüne has ölçülerle de geçmişi anlamaya çalışmak, o derece yanlış ve akıl dışıdır.
Osmanlı’da aristokrasi yoktur. Osmanlı Hanedanı imparatorluğun kuşaktan kuşağa aktarılan birtakım imtiyazlara ve aynı zamanda da fedakârlık boyutundaki yükümlülüklerine sahip, tek aristokrat ailesidir. Muasırı olan Avrupa hanedanlarında aristokrasiye mensup olmanın kuşaktan kuşağa geçen birtakım avantaj ve ayrıcalıkları varken Osmanlı’da ülkenin tek imtiyazlı ailesi olmanın, bu aileye getirdiği birtakım yükümlülükler ve icabı halinde de feragat ve fedakârlıklar vardır. Yüreklere sığmaz bu fedakârlıklardan birisi de düzenin selameti adına kan vergisi ödemektir. Bu kan vergisi ülkeyi kan gölüne çevirmemenin diyeti olarak asırlar boyunca hep Hanedan tarafından ödenmiştir.
Her devirde ve her siyasi rejimde mevcut yönetimde, görev alamadığı için iktidardan uzak kalmış ve beklentilerine karşılık bulamamış gayr-ı memnun unsurlar var olagelmiştir. Henüz cumhuriyet fikrinin olmadığı bir devirde devleti yönetmenin, daha doğrusu devlet başkanı olmanın ilk ve tartışma kabul etmeyen şartı, hanedan mensubu olmaktır. Osmanlı düzeninde sosyal hareketlilik kanalları açık olmasına ve insanların yetenekleri ve talihleri ölçüsünde yükselme fırsatına sahip bulunmalarına rağmen hanedan mensubu olmadıkça hiç kimsenin tahta oturma şansı yoktur. Bu monarşik yapı içinde en yetenekli kurmayın, hatta bir dehanın bile ulaşabileceği en yüksek mertebe sadrazam(başbakan)’lıktır. Hukuken bu genel çerçevenin dışına çıkmak mümkün değildir. Şayet bir türedi, iktidarı gasp ederek tahtı ele geçirmiş bile olsa halkın gözünde meşruiyet kazanamayacağı için orada oturması mümkün değildir. Nitekim altı buçuk asırlık Osmanlı tarihinde böyle bir teşebbüste bulunan olmadığı gibi bu durum, insanların fantezilerine dahi konu olmamıştır. Telaffuzu dahi kanunen suç olan bu durumun, halkın ve kulların nazarında da zerre miktarı meşruiyeti yoktur. Kanuni Sultan Süleyman’ın iktidarı döneminde görülen Düzmece Mustafa vak’asında bile isyanın elebaşısı olan şahıs, kendisinin padişahın öldü zannedilen şehzadesi olduğunu iddia etmiş ve ancak merhum ve maktul şehzadenin hatırasına sığınarak çevresinde hatırı sayılır bir kalabalık toplayabilmiştir.
Hayatta olan bir şehzadenin varlığı makam ve mansıbdan mahrum kalmış bu gayr-ı memnun zevat ve onların çevresinde kümelenmiş kişiler için her zaman bir sıçrama taşı hükmündedir. Zira ancak hanedan mensubu bir şehzade üzerinden girişilecek bir iktidar mücadelesinin başarıya ulaşma şansı vardır. Onun dışında hiç bir ihtimal söz konusu bile olamaz.
“Kardeş kardeşin ne öldüğünü ister, ne onduğunu.” denir. Osmanlı patrimonyal düzeninde ise bu durum biraz farklıdır. Tahta oturmanız durumunda kardeşiniz için ölüm mukadderdir. Eğer muktedirken zafiyet gösterip kardeşinizi yaşatma yoluna giderseniz tahtın yanı başına her an patlamaya hazır bir bomba koymuşsunuz demektir. Ve bu bombanın düzeneğini kurmaya hazır, iktidarın nimetlerine hasret bir yığın gayr-ı memnun fırsatçı da illâki onun çevresinde toplanacaktır. Fitne uykudadır ve o fitne iktidardan uzak kalmış muhalefet odakları açısından her an kaşınmaya ve uyandırılmaya hazırdır.
Osmanlı bir demokrasi değildir. Yukarıda çerçevesini çizmeye çalıştığımız durum tahtın sahibine karşı siyasi muhalefetin meşru olmadığı bir düzende her an için devleti ciddi badirelere sürükleyebilecek bir zafiyettir. Bir ikinci iktidar namzedinin varlığı, devlet içinde olup da mevcut iktidara yanaşamamış unsurları bu meşru adayın etrafında toplayacak ve bunun neticesinde mevcut yönetime karşı her an harekete geçmeye hazır muhalefet odakları oluşacaktır. Bu unsurlar icabında dış güçlerle de dirsek temasına geçecek-ki örneği görülmüştür- ve neticede devlet, varlığını tehdit eden çok ciddi tehlikelerle karşı karşıya kalacaktır.
Muhalefet kavramı demokrasilere özgüdür. Muhalefetin yasal bir zemine oturmadığı monarşilerde hükümdar dışında meşru bir iktidar namzedinin varlığı ister istemez yasal olmayan gizli bir muhalefetin varlığını tetikleyecektir. Bu ise devlet için kelimenin tam anlamıyla bir felakettir.
Gelelim, infilâk etmesi an meselesi olan bu yanardağın patlaması halinde ortaya çıkması kaçınılmaz olan neticelere…
Çevresine topladığı muhaliflerle birlikte saltanat davasına kalkışan şehzade, tebaadan da kendisine katılan kitle ile birlikte iktidarı devralmak üzere payitahta yürüyecek ve iki silahlı gücün karşılaşması durumunda iki taraftan da belki yüzlerce, belki de binlerce insan telef olacaktır. Nitekim kardeş katline rağmen bu durumlar Osmanlı tarihinde hiç yaşanmamış da değildir. Sadece en büyük şehzadenin sancağa çıkma kuralının ihdas edildiği 1562 senesinden önce her biri bağlı bulunduğu sancaklarda hükümdarlık stajı gören şehzadeler, ya babalarının sağlığında ya da kardeşlerinden biri iktidarı ele geçirip tahta oturduğunda devlete isyan bayrağını açmışlar ve bunun neticesinde de hem devlet çok ciddi badireler atlatmış hem de bu iktidar savaşlarında binlerce masum, iki insan arasındaki taht mücadelesinin kurbanı olmuştur. O ünlü kanunnamenin gereği olarak iktidarı ele geçiren şehzadenin herhangi bir kalkışmaya fırsat vermeden kardeşini giderdiği durumlarda ise bir insanın feda edilmesi sayesinde tebaadan binlerce insanın hayatı kurtulmuştur.
Fatih’in kanunnamesinde geçen ‘‘Ve her kimseye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşlarını Nizâm-ı Âlem için katl eylemek münasiptir.” sözü devletin ancak zaruret halinde başvurduğu istimlâk mantığıyla benzerlik gösterir. Zorunlu hallerde şahsa ait bir taşınmaz devlet tarafından istimlâk edilirken bir kişinin menfaati değil de kamu yararı gözetilmektedir. Umumun menfaati için kişinin menfaati feda edilmektedir. Kardeş veya evlat katli hadisesinde de binlerce kişinin hayatı ve cemiyetin huzuru adına bir veya icabında birkaç kişinin hayatı feda edilebilmektedir. Hanedan bu meseleyi kendi içinde halletme yoluna giderek tebaanın bu durumdan olumsuz etkilenmesini önlemeye çalışmıştır. Osmanlı her şeyden önce “Bir kişinin ölümü bir trajedi, bir milyonunki istatistiktir.” diyen Stalinist mantığa itibar etmediği ve kendisi için bir vediatullah olan tebaanın hayatını canından aziz bildiği için bu yönteme başvurmak zorunda kalmıştır.
Osmanlı’nın kuruluş ve yükseliş dönemlerinde kendisinden önceki Türk devletlerinden farklı bir şekilde bölünmeye uğramadan büyük devlet olma yolunda emin adımlarla ilerlemesi, bir ölçüde bu prensibin taviz kabul etmez bir şekilde uygulanmasıyla mümkün olmuştur. Fatih’in ölümünden sonra büyük oğlu II. Bayezid İstanbul’da tahta oturunca kardeşi Cem kendisine baş kaldırmış ve taraftarlarıyla birlikte Konya’dan Bursa’ya gelerek bu eski taht şehrini ele geçirmiştir. Bursa’da kendi adına para bastırıp hutbe okutturarak istiklâlini ilan etmiştir. Bundan sonra yaptığı ilk iş ise kardeşine haber göndererek imparatorluğun ikisi arasında bölünerek Rumeli’de ağabeyinin, Anadolu’da ise kendisinin hüküm sürmesini teklif etmek olmuştur. II. Bayezid bu teklife şiddetle karşı çıkmış ve kardeşinin üzerine ordu göndererek bu isyan ve akabinde de bölünme ile neticelenecek hareketi tenkil etmiştir.
Eğer II. Bayezid kardeşiyle mücadele etmeyip de bu teklifi kabul etmiş olsaydı kendisinin ölümünden kısa bir süre sonra başlayan ve bugün bile zikredildiğinde cihanın gözlerini kamaştıran on altıncı asırdaki muhteşem yüzyılımız hiç yaşanmayacaktı. Eğer Osmanlı sultanlarında bu devlet şuuru olmasaydı imparatorluk daha olgunluk çağını idrak edemeden bölünecek ve Türk asrı olarak bilinen en görkemli devrimiz tarih sayfalarındaki yerini alamayacaktı.
Kanuni’nin iktidarının son yıllarında yaşanan Şehzade Mustafa ve Şehzade Bayezid vak’aları da yine ancak aynı mantık ile izah edilebilir. Bu elim hadiseleri Kanuni’nin saltanat hırsına yormak, kelimenin tam anlamıyla hamakattır. Hayatının on üç yılını bin bir türlü meşakkate katlanarak sefer yollarında tüketmiş olan Sultan, Şehzade Bayezid’in ölüm emrini vermek zorunda kaldığında kırk altı yıllık saltanatının kırk ikinci yılını idrak etmekte olup, artık mezara çok yakındır. Vadesinin dolmakta olduğunu gören ve hayatının son yıllarında sarayından altın tabak, gümüş kaşık gibi şatafatı da kaldırarak sadeliği tercih eden Hünkâr’ın bu tavrı, sağlığında yaşanan ve binlerce Anadolu insanının ölümüyle sonuçlanan taht kavgasının ölümünden sonra da tekerrür etmemesi içindir. Daha hayatta iken Şehzade Selim ile Şehzade Bayezid arasında kangren haline gelmiş olan bu çekişme, ölümünden sonra da devam edecek olsa hem daha nice ocak tarumar olacak, hem de devlet kan kaybetmeye devam edecektir. Koca Sultan nerede noktalanacağı meçhul olan bir mücadeleye göz yummayarak Nizâm-ı Âlem adına sabırlı ve itaatkâr evladını aceleci ve isyankâr oğluna tercih etmiştir.
Kanuni, babasına sağlığında isyan etmiş bir evladın peşinden gidecek istikbaldeki diğer hanedan mensupları için de bu durumun örnek teşkil etmesinden korkmuş ve evladın babasını tahtından indirmesinin devlet hayatında bir teamül haline dönüşmesinden devletin geleceği adına endişe etmiştir. Zira iktidarın sürekli olarak bu şekilde el değiştirmesi veraset sistemini zayıflatarak hukukun yerine hukuksuzluğu ikame edecektir. Dünya’nın yirmi üç büyük kanun yapıcısından biri kabul edildiği için ABD’deki Temsilciler Meclisi Salonu’nda portresi bulunan Kanuni Sultan Süleyman’ın, sağlığında taht mücadelesine kalkışan evlatlarını hoş görmemesinin sebebi, bağlı bulunduğu bu hukuk ve meşruiyet fikridir.
- Louis’ye (1643-1715) atfedilen bir “Devlet, benim.” sözü vardır. Sadece Avrupa’da değil, o günün dünyasındaki bütün monarşilerde geçerli olan bir mütearifedir bu. Aynı şekilde Osmanlı’da da hükümdar, tebaa nezdinde devletin müşahhas timsalidir. Onun otoritesini ihlâle dönük bir teşebbüs, ona karşı girişilen bir isyan fiili devrin anlayışına göre aynı zamanda devleti ifsad etmeye yönelik affedilemez bir cürümdür. Bu durumda hükümdar koltuğunda oturan şahıs, bu cürmün sahibini kim olursa olsun en ağır şekilde cezalandırır.
Yıllar önce Beylerbeyi’ndeki yalısında zaman zaman ulema ve üdebayı toplayıp tarih ve kültür sohbetleri yapan Münevver Ayaşlı Hanımefendi yine bir sohbet deminde dostlarının “Niçin bugünün siyasilerinde Osmanlı’daki devlet şuuru yok? Devlet aynı devlet olmasına rağmen aynı olgunluğu niçin bugünün devletlilerinde göremiyoruz?” şeklindeki serzenişine şu şekilde cevap verir: “Osmanlı padişahları devlet mülkünün sahibiydiler, bugünün siyasileri ise o mülkün kiracısıdırlar.”* Bir ev sahibi evine her hâlükârda sahip çıkar ama kiracıdan aynı dikkati göstermesini beklemek abestir.
Önemli mevkilerde bulunan makam, mansıp sahibi olmuş zevatın ağzından çok duyduğumuz fakat ne zaman işitsem beni bıyık altından tebessüm ettiren klişeleşmiş bir söz vardır: “Babam olsa affetmem!” Bu söz devletin ve milletin menfaati ile şahsın menfaati çakıştığında her zaman devletin ve milletin yanında saf tutacağını ve söz konusu olan kişi en yakın akrabası dahi olsa bu prensibin istisna kabul etmeyeceğini seslendiren bir iddiadır. Hamaset dozajı son derece yüksek olan bu iddia bazı müspet istisnalara sahip olsa bile uygulama aşamasında daima kahir ekseriyetle sınıfta kalmıştır. Tarihimizde bu konuda sınıfta kalmayan ve hemen bütün azalarıyla birlikte sınıfını geçen tek örnek ise hiç şüphesiz Osmanlı Hanedanı’dır.
İnsanımız maalesef büyük bir tenakuz içindedir. “Niçin başbakanın oğlu Güneydoğu’da askerliğini komando olarak yapmıyor? Neden cumhurbaşkanının yeğeni çatışma bölgesine gitmiyor? Niçin şehit cenazeleri içinde bir tane bakan, bürokrat çocuğu yok?” diye feryadı figan edenler, bir bakıyorsunuz, devletin bahtı uğruna canından can koparan bir hükümdar için düşünmeye hiç zahmet etmeden iblis(!) sıfatını yakıştırıyor. Kendi evlatlarını kayırdığı ithamıyla bugünün mesullerini topa tutan zihniyet, devlet ve milletin selameti söz konusu olduğunda en yakınlarından bile vazgeçebilen eşsiz bir fedakârlığı ve emsaline az rastlanır bir devlet şuurunu görmezden gelip lanetleyebiliyor. El-insaf!
Zamanımızın siyasileri evlatlarını kayırıyor çünkü onlar rahmetli Ayaşlı’nın dediği gibi başında bulundukları devletin kiracısıdırlar. Osmanlı sultanları ise o devletin bizzat sahibiydiler. Bu sebeple devletle özdeşleşmiş bu adamlardaki devlet ve millet şuuru tabiatıyla cumhuriyetin siyaset tabakasına mensup elitlerinde yoktur.
Her yönetim değişikliğinde iktidar sahiplerinin devletin ve milletin selameti adına yapmaya mecbur bulundukları bir tasarruftur, candan can koparmak. Uykuda olan fitneyi bir gün uyanır endişesiyle daha uyanmadan boğmanın adıdır, candan can koparmak. Normal bir insan için dahi riyaset arzusu, tasfiye edilmesi en zor duygudur. Hele hele saltanat bağında büyümüş, hayatı idrak etmeye başladıkları ilk andan itibaren kulakları tahtın ve iktidarın nakaratıyla dolmuş hükümdar adayı şehzadeler içinse bu durum, yürekten atılması en zor his, geçilmesi en zor kavşak, aşılması en zor eşiktir. Sadece Osmanlı saltanatında değil, bütün hanedanların tarihinde de üzerine makam ve iktidar şehvetinin gölgesi düşen bu eşik, kolay kolay aşılamamıştır. İşte bu eşiği aşamayan müflis iktidar namzetlerinin istemeyerek de olsa devlete zarar vermelerini önlemek için alınmış bir tedbirdir, candan can koparmak.
Bütün bu gerçeklere rağmen maalesef günümüzde Osmanlı padişahları, bir kısım ecdat düşmanı çevre tarafından, dişlerinden ve pençelerinden en yakın akrabalarının kanları damlayan vahşi sırtlanlar veya hayali harem tasavvurları içinde her akşam gönüllerini bir başka afetin koynunda dinlendiren modern zamanların playboyları gibi takdim edilmeye çalışılmaktadır.
Hâlbuki birçok Osmanlı sultanının ne duygulu insanlar oldukları ve ne kadar lirik bir ruh haletine sahip bulundukları ise yazdıkları şiirlerinden anlaşılır. His ve duygu yoğunluğu o mertebededir ki birçoğunun divanı vardır. İncelikten nasibi olmayan hangi ruh, duygularını şiirle ifade edebilir?
Bir töre devleti olan Osmanlı’da adalet sadece İslam’ın değil, aynı zamanda Türk devlet felsefesinin de bir gereğidir. O yüzden de Osmanlı sultanları, devlete karşı ayaklanmadığı müddetçe tebaanın can ve mal emniyetini kendi namusları bilmiştir.
Mısır seferinden sonra Yavuz’a yapılan pragmatik ve ahlâksız bir teklif karşısında Sultan’ın takındığı tavır, sadece saltanat tahtında değil, aynı zamanda adalet postunda da oturan bir hükümdarın ruh ve gönül haletini büyük majüskülle tarihin iftihar galerisine yazdıracak kadar kesin ve nettir.
Mısır seferi arifesinde, sefer hazırlıkları sürerken nakit ihtiyacının karşılanamaması üzerine devlet Galata’daki sarraflardan senet karşılığında borç alır. Seferden sonra bu borçlar son kuruşuna kadar sahiplerine takdim edilir. Yalnız borç alınan tüccarlardan birisi devletten alacağını tahsil edemeden ölmüştür. Arkasında da sadece reşit olmayan küçük bir evlat bırakmıştır. Bunun üzerine cin fikirli defterdarın aklına bir uyanıklık gelir. Ölen kişinin evladına bu kadar külliyetli miktarda bir para vermenin doğru olmayacağını, bu sebeple borcun bir kısmının ödenmeyerek devlet hazinesine alınmasını yazılı olarak padişaha teklif eder. Önüne gelen evrakı okuyan Yavuz Sultan Selim destursuz bağa giren münasebetsizin teklifine çok sinirlenir ve kâğıdın altına şu notu ekleyerek sahibine gönderir: “Müteveffaya rahmet, malına bereket, evladına afiyet; senin gibi gammaza da lanet!”
“Tüccarın oğlunun akıbeti istikbalde ne olmuştur, ferah ve asude bir hayat yaşamış mıdır?” bilmiyoruz ama Yavuz gibi çakırpençe bir hükümdarın hiddet ve gazabından sadece tekdir sillesiyle halas olduğu için işgüzar defterdarın ilk işi, herhalde şükür secdesine kapanmak olmuştur.
Bu söylediklerimiz neye yarar? Altı buçuk asır âleme hükmetmiş bir hanedanda mevcut cihan çapındaki devlet telâkkisini kavramak yerine, zihin konforundan bir nebze olsun fedakârlık edemeyip hasbi tefekküre kapı aralamadan ecdadına çamur atmayı marifet sayan, ona iblis(!) diyecek kadar sığlaşan ve hunharlaşan nasipsiz vicdanlar olduktan sonra… Okumaya, anlamaya, etüd etmeye zaman ayırmadan her biri oryantalizmin birer uç beyi olan prodüktör ve rejisörlerin hayal ve tasavvurlarından oluşan yemleri tarih diye yutmaya hazır ham yürekler olduktan sonra…
Bu söylediklerimiz yine neye yarar? Görmek istemeyen gözler, işitmek istemeyen kulaklar, idrak etmek istemeyen şuurlar her zaman var olduktan sonra…
*Münevver Ayaşlı Hanımefendi’ye ait bu anekdotu, Ayaşlı’nın yalısındaki sohbetlere bizzat iştirak eden ve bu konuşmaya şahit olan Memduh Süzer Bey’den dinledim.