Deli Tahsin de göçüp Hak’ta sırlandı.
Kendisini en az 30 yıldır tanırdım. Zabıta emeklisiydi.
Uşak’a her gittiğimde kardeşimin çalıştırdığı Huzur Eczanesine gelirdi. Ne olur ne olmaz, şimdi gelir diye, cebimde önceden parayı hazır bulundururdum. En geç bir iki dakika soluklandıktan sonra Tahsin abi içeri girer:
-Ooo, dostum gelmiş! Hakk dostum, Hakk!
der boynuma sarılırdı. Sonra elindeki asâ veya baston ile yere vurur, ayakbasını gösterir:
-Eskidi, çıkaracağım artık, diye çıkarmaya çalışırdı.
Fakir:
-Giy onu Tahsin abi, sen bize lâzımsın, nereye gidiyorsun?
diye cevap verirdim.
-O zaman değiştirelim, para ver derdi. Çıkarıp birkaç lira versem almazdı. İllâ kâğıt para olması gerekirdi. Çaresiz pazarlık eder, en küçük mikdar ile kurtarmaya çalışırdık.
Dedem rahmetliden vasiyetimiz vardı:
-Oğlum, meczuplara fazla yakın durulmaz! Doğrudan bir şey isterlerse pazarlık yaparsın, kabul etmezse gücün yettiği kadar hizmetlerinde bulunursun, yoksa elini veren kolunu kurtaramaz, onlardan.
*
Tahsin Abi, son yıllarda hep gitmek istediğinden söz etmeye başladı. Ölümü öldürmüş, ölmeden ölmüşlerdendi. Ne zaman öleceğini, nasıl öleceğini bilenlerden idi. Zamanı gelmiş olacak ki 20 Ekim 2011 günü kendisine bakan yeğeni Mustafa’nın evine gittiğinde 17-18 yaşlarındaki kızına:
“Ölüm benim ayağımın altındadır, ne zaman istersem o zaman giderim!” demiş. Evden tam çıkarken de
“Ben gidiyorum gali, hadi Allah’a ısmarladık!” diye devam etmiş.
Tahsin Abinin vuslatının ardından “yetmiş altı yaşında göçtüğünü” yazmışlar. Bunun ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum. Nüfus cüzdanında 1935 tarihinde doğduğu yazılıydı. Fakat ben onu tanıdığımda nasılsa otuz sene sonra da aynı idi. Muhtemelen 80’ini geçmişti. Sağlıklı görünüyordu. Arada dizlerini gösterip
“Ağrıyor.” diye belli belirsiz bir sızlamadan sonra onu söylemekten de vazgeçerdi. Gözleri az görmeye başlamıştı. Gözlüğünü temizletmekten çok hoşlanırdı.
Aşevinden aldığı bir öğün yemekle geçinirdi. Velev ki aşevinden gelen o yemek olmasa bile dünyaya eyvallahı yoktu. Ekmek derdi için koşturanlardan değildi. Son yıllarda Uşak’ın özel sektörünün yahut belediyesinin hamle üstüne hamle yapıp şehirleşme ve zenginleşmedeki gözle görünen hızının arkasında onun duası vardı. Zabıta emeklisi olduğu için maaş alıyordu. Aşevinden yediği her yemekten sonra dua ederdi. Cenâb-ı Hak bir meczub-ı İlahî’nin duasını kabul etmiş olacak ki Uşak’ın çehresi değişmiş ve değişmeye devam ediyordu. Yeğeni Mustafa Çakmak’ın söylediğine göre kaybolduğu 20 Ekim 2011 günü de onu en son aşevinde görmüşlerdi. Ne ki mübarekin cesedi bu tarihten altı gün sonra 26 Ekim günü Fatih Mahallesi’ndeki boş bir arazide bulundu. Bilahare Uşak Devlet Hastanesine kaldırılıp gerekli incelemelerden sonra cenazesi 27 Ekim 2011 Perşembe günü Uşak Kurşunlu Camii’nden kaldırıldı. Cenazesi çok sevdiği büyük Hak âşıkı ve Çanakkale gazisi Selbesoğlu Ahmet Çavuş’un Elmalıdere Mezarlığındaki kabrinin yanına defnedildi.
*
Erenlere rahmetli yerine kuddise sirrehu demek evladır. Onun içindir ki Tahsin abi için de “Allah sırrını takdis etsin!” demek elzemdir.
*
Tahsin Abi Uşak’ta Aybey Mahallesinde (Yürek sokak, 22 numarada) otururdu. Evinin içinde her yer ayna idi.
*
Kimseye zararı dokunmazdı. Yalnız yaşardı. Hemen her gün yeğeni ve diğer aile efradı tarafından bakılır, ihtiyaçları karşılanırdı.
*
Yakupzâde Mustafa Halvetî Aziz (ö. 1973)’in ifadesiyle o “Deliliği ile veliliği aynı vücuda rastlamış.” meczûb-ı ilâhîden bir zat idi. Ricâlde görevliydi. Cemâli galip idi. Zabıta kıyafetiyle kendisini örtmüştü. Hafada işini işler kimsenin haberi bile olmazdı. Kamuflajı sağlamdı.
*
Çevresinde Ankara ve İstanbul gibi yola giden birini gördüğünde mutlaka zabıta şapkasına takdığı arma ve etiketten ısmarlardı. Cebinde bir düdük bulundurur, cadde ve sokaklarda zaman zaman öttürürdü. Düdüğünü bir seferinde kaybetmiş, zabıta şapkasıyla birlikte Lütfiye Ekiz kardeşimize ısmarlamıştı. Lütfiye de ona en kalitelisinden bir düdükle bir şapka götürmüştü. Fakir’den de baston istemişti. Tabii ki hemen alıp kendisine götürmüştüm. Bundan sonra kendisini her gördüğümde:
-Senin baston çok güzel, onu eve astım hiç kullanmıyorum, hâtıra, hâtıra!
demişti.
*
Kış aylarında çoğu zaman ayağına mest giyerdi. Giydiği mest düzleştiğinde fakire hemen sipariş verirdi. Biz de 11 numara mest ayakkabısını Samsun’a ısmarlar, getirtirdik. Bu vesile ile sağolsun Ali Osman Coşkun Ağabeyimizin de Tahsin’e çok hizmeti dokunmuştur.
*
Tahsin Abi kendisini her gördüğümüzde asasıyla ayakkabısını gösterir, ayakkabı yeni de olsa, ısrarla “Pabuç eskidi.” der, yenisini isterdi. Bunu bastonu için de yapar, ara sıra elindeki bastonu fırlatırdı.
*
Gördüğü şeyleri düzeltmek için yarısı anlaşılan yarısı anlaşılmayan sözler söylerdi. Elindeki asayı kaldırıp zaman zaman talimatlar verirdi.
Uşak caddelerinin rengiydi. Yerinin boş kalmayacağını bilsek de gözümüzün ve gönlümüzün onu arayacağını biliyorduk.
*
Mübareği görünce gönlüme bir ferahlık gelirdi. Onu görenlerin Allah’ı hatırlamaması mümkün değildi. Hele onun:
“Hak dost, illâ dost!” sözlerini duyan kişilerin Cenab-ı Hak tarafından sevildiğini hissetmemesi mümkün değildi.
Dostun dostu idi Tahsin Abi…
“İlla dost, illa Ağa!” En çok kullandığı sözlerdi. Onun ağası, kainatın sahibi idi. Başka ağa tanımazdı. Her şeyi bire indirmiş, biri gönlüne sindirmişti. Zabıta kıyafeti içinde hür bir general gibiydi. Ağa’dan başkasına eyvallahı yoktu.
“Ağa kızar, ağa döver!” der, ellerini havaya kaldırır, “Teslim!” der ve teslim bayrağını çekerdi. Ağayla alır, ağayla verir, ağayla yatar, ağayla kalkardı. Varsa yoksa ağa idi. Onun “İllâ Ağa!” sözlerinin bir tevhid ifadesi olduğunu hangi müftü anlayabilirdi ki?
*
Selbesoğlu Hazretleri evden dışarı çıktığında mutlaka karşılamaya gelir, taksinin yanına yaklaşır, parayı koparırdı. Aynı karşılama töreni Aziz’in eve dönüşünde de yapar, saadethânenin önünde bekler, onu, “İllâ dost! İllâ Hak!” diye karşılardı.
*
Ahmet Çavuş dedik de…
Selbesoğlu Hazretleri’nin oğlundan duyduğumuza göre 1970’li yıllarda bir gün kendileri, üstadı Yakupzâde ile birlikte Ruhi Yamalıoğlu Ağabeyin taksisi ile saadethâneye giderlerken Tahsin karşılarına çıkar. Bu esnada Yakup Aziz arabanın içinde:
-Şimdi Tahsin gelecek ve babanız Serbesoğlu’na verdiğimiz rütbeyi tasdik edecek.”
der.
Tahsin Abi 1966 senesinde vuslat eden Selbesoğlu Ahmet Çavuş için üç kerre:
-Ahmet Çavuş şeyhtir!
-Ahmet Çavuş şeyhtir!
-Ahmet Çavuş velîdir
Dedikten sonra işaret parmağını Yakup Aziz’in burnuna değecek kadar yaklaştırarak “Ama onu da yetiştiren Yakupzâdedir hâ!” der ve oradan ayrılır.
Deli Tahsin, Ahmet Çavuş’un makamını vefatından seneler sonra teyid etmiştir. Nitekim Yakupzâde Hazretleri Selbesoğlu Ahmet Çavuş için “Bir Ebabekir yetiştirdim, felek onu da elimden aldı; Kütahya’ya halife tayin edecektim.” buyurmuştur.
Böyle hallerinden ötürü Yakup Baba Hazretleri Tahsîn için:
-Delinin envaı çoktur. Tahsin gördüğünü söyler!
der imiş
*
Kardeşimin eczanesine geldiğinde orada bulunanlar Tahsin Abi’yle:
-Ben güzel miyim, çirkin miyim?
diye şakalaşırdı.
Tahsin de çoğu zaman:
-Çirkinsin!
derdi. Kendisine çirkisin denilen kişi “Sen güzelsin.” dedirtinceye kadar uğraşırdı.
Bir gün eczanenin karşısındaki Ulu Câmi’nin imamı için:
-Bu hoca çirkin!
demişti.
*
Onun Selbesoğlu’yla ilgili bir hatırası da şöyledir:
Selbesoğlu Ahmet Çavuş vakit namazlarını genellikle cemaatle kılardı. Bilhassa sabah namazında Tuzpazarı Camii’ne giderdi. Müezzin’in sesi çok güzel olduğu için uzak da olsa oraya giderdi. Tahsin Selbesoğlu Hazretleri namazdan dönerken karşısına çıkar:
Selamünaleyküm diye, selamlar; Ahmet Çavuş da:
“Aleykümselam Tahsin oğlum!” der imiş.
Tahsin, ellerini baldırlarına vurarak
“Hııh, Ahmet Çavuş bana oğlum dedi, bana oğlum dedi!” diyerek sevinirmiş.
*
Yakupzâde Hazretleri bir seferinde ihvânıyla birlikte Yamalızâde Ali Rıza Efendi Hazretleri’nin kabrini ziyarete gider. Erenler bu kabir ziyareti sırasında tabiatıyle usul uygularlar. Kabr-i şerife dokuz adım kala Hû niyazıyla üçer adım üçer adım yaklaşıp nihayet üç adım kala kabr-i şerifin ayak ucuna doğru niyaz halinde dururlar. Bu sırada vaktin Uşak müftüsü ve yanındaki din görevlileri, kaba bir şekilde:
-Bunlar ne yapıyorlar böyle be!
diye alaylı bir şekilde ve Yakup Baba’nın da duyacağı bir sesle laf atarlar. Müftü esasen Yakupzâde Hazretleri’nin ilminin de farkında olmakla birlikte ilm-i ledün dersinden bî-haber olduğu için böyle bir gaflette bulunmuştur. Fakat olan olmuş, Yakup Baba’nın gönlü kırılmıştır.
Tahsin Abi bu hadiseden sonra:
-Müftü efendiyi bir, döveceğim bir döveceğim!
diye söylenmeye başlanmış. Neticede müftü dahil hepsi bir sebeple sürgün yemiştir. Yakup Aziz’in söylediğine göre bu müftünün akıbeti de çok kötü olmuştur.
*
Selbesoğlu Hazretleri Deli Tahsin gibiler için:
-Onlar toplumun pişdâr’ıdır.
derdi.
*
Bizim dayıoğlu Mehmet Ali’nin anlattığı bir hadise de şöyledir:
“Sene 1970.
Babamgil maaile Dörtyol mevkiindeki kardeşinin evine ziyarete giderlerken yol kavşağına geldiklerinde gayr-ı ihtiyarî, çocuklar durun, diyerek validemin ve çocukların yürümesine mâni olur. Yolda İzmir’den gelip Ankara istikametine gitmekte olan bir kamyon tam Dörtyola geldiğinde ana yoldan çıkmış kavşak ortasındaki göbekten soldaki kahveye dalmıştır. Babamlar birkaç adım daha atsalar kamyon onları da ezip geçecek… Kahve bir anda kan gölüne dönmüş, mateessüf birkaç kişi de ölmüş. Babamgil hadise olup bittikten sonra çocuklar da etkilenmesinler diye yollarına devam etmişler Ertesi gün kahvenin durumuna bakmaya giden babam, orada Tahsin’e rastgelmiş. Tahsin Babama dönüp:
“Len, O yaptı, len O yaptı, deli len bu!” demiş.
O yaptı diye söylendiği kişi, Uşak’ta başka bir meczûp var idi; Halil İbrahim isminde, o! Kırkların serçeşmesi.Kepenek altından film çeviriyor.
*
Fakir epey gayret ettimse de Tahsin Abi’ye Amerika’ya, “Dur!” dedirtemedim. Irak’a girmişler, hallaç pamuğu gibi atıyorlardı. Hallâc’ın intikamını alıyorlar, yetiversin, desem de dinlemedi. Saadethanenin penceresinde göründü.
Tahsin şu elindeki asayı İngiltere ile Amerika’ya gösteriver, dediysek de Tahsin Abi:
-Ağa bilir, Ağa bilir, ben bilmem!
dedi, kayboldu.
*
Cuma günleri Kargı veya Ulucâmiye gelirdi. Bazen yatar kalkar, yatar kalkar, “Hûuu!” der, çeker giderdi.
Salât-ı dâimûn ehlinin vakitle işi olmazmış bu halin mücessem numunesiydi.
*
Bir keresinde yine Cumayı edâ etmek üzere Ulucami’ye girdik. Tahsîn Abi geldi. Bütün samimiyetiyle ve vecd ile ruhanîlere “Hûuuuuuuuuuuu!” diye niyaz ettikten sonra avâzı çıktığı kadar bağırırdı:
-Ölüm vardır, ölüüüüüüüüüm!
Cemaatten birisi biraz da laubali bir ifadeyle:
-Tahsin, sanki sen ölmeyecek misin? Ne bağırıp duruyorsun!
diye çıkıştı. Tahsin Abi bütün ciddiyetiyle o zata dönüp:
-Biz ölmeyiz!
diye cevap verdi. Tıpkı Seyyid Seyfullah’ın:
Biz âşıkız biz ölmeyiz
Çürüyüp toprak olmayız
Karanlıklarda kalmayız
Bize leyl ü nehâr olmaz
nutkundaki nükte gibi müthiş bir cevaptı bu! O zat anlamadı, güldü geçti. Yunus Emre geldi gönlüme: “Cahil ne bilsin Hakkı sever var!”
*
Bir seferinde Mehmet Ali ile evine gitmiştik. Akşam vakti idi. Üzerine bir örtü almış, yüksek bir sesle “Hû” zikri vuruyordu.
*
Selbesoğlu Hazretleri Tahsin Abi gibi Hak meczupları için:
-Tahsin gibiler toplumun pişdâr’ıdır.
demişti.
Hakka ki sırr-ı ilâhî virane gönüllerde gizlidir. Tahsin Abi de vîrâne gönlünde hazineler taşırdı da kimse bilmezdi.
Allah sırrını takdis etsin. Ulu bir erendi Deli Tahsin vesselam.