“Keyfiyet” dahî böyle bir şeydir.
Daima hikmette kalma çabasına, özü muhafaza ederek yürümeye ad olmuştur. Akıp giden varlık ve hayata rağmen, değişen sahne ve ışık oyunlarının içindeki hayatiyetin kaynağında durmak, gözümüzün daima ruhu izlemesi… “Doğru”, “gerçek”, “sahici”, “asıl”, “öz” gibi değerleri, yani “Hakk”ı yitirmeden yaşamak!…”
Sait Başer
Kadın aceleyle buzdolabını açtı; vazifesi önemliydi, yemek bir an önce pişmeliydi! Poşette sakladığı maydanozları çıkardı… Baktı, çoğu sararıp solmuştu; bir an durdu öylece. Durup bakarken maydanozların haksızlığa uğradığını, onları kullanmak için neden bahaneler yaratmadığını düşündü.
Düşünmeye devam etti…
Maydanozun da bir hikâyesi, bir vazifesi yok mudur? Amacı doğada öylece beklerken veya çöplerin arasında çürümek midir; bir canlının, özellikle de insanın bünyesinde yeniden vâr olmak, o yaşama katılmak değil midir maydanozun amacı? Maydanozun yaratılış amacını yerine getiremeyişin bir karşılığı var mıdır ilâhî adalette?
“Olması lâzım.” dedi kendi kendine; “Hiçbir şey boşuna yaratılmamıştır ki…”
“Amaaan canım!” diyemedi; düşünürken maydanozlarla çöpe düştüğünü düşündü, bir hüzün kapladı içini. “Kendi elleriyle “düzen”i bozmaya kimsenin hakkı yoktur. Maydanoz bile olsa “düzen”de vâr olmuştur artık ve insana düşen, onu hak ettiği biçimde kullanmaktır.”
Sonra yapılan tüm küçük büyük haksızlıkları düşündü. Kendisine ve her şeye, kendisinin ve herkesin yaptığı haksızlıkları… Yok edilen hayatları, söndürülen ocakları, yetim kalan hatta ölen çocukları, öldürülen insanları ve adını bile duymadığı haksızlıkları… Yine de hakkın büyüğü küçüğü olmamalıydı. Büyüklerinin karşılığı büyük olabilirdi Hakk katında lâkin en küçük bir ihmal bile yine de bozuyordu “düzen”i işte. Sonra çöpteki maydanozların yine tabiata karışacağı geldi aklına, naylon poşetin içinde ne kadar karışabilirse artık! Ve insanoğlunun bozmak ve yapmaktaki becerisini düşündü. Ve bu beceriyi en çok hangisi için kulandığını…
Belki de tam olarak Hakk’ta olmak diye bir şey biz aciz kullar için pek mümkün değildi ama yolunda olmak, hassasiyetini her zaman yüreğinde taşımak koşuluyla tabii. Bilerek, bilmeyerek yapılan haksızlıklar Yaradan’ın “yüce adalet”inin çalışma fonksiyonunu, tecellilerini göstermek-görebilmek için kaçınılmaz bir işleyişti belki. Yani “Celalde zuhur vardır.” derler ya, “Mazlumun sabrı helaka bile sebep olur.” derler ya… İşte insana düşen, ne tarafta olduğunun içten idrakinde olup olanları ibret alma uyanıklığında seyredebilmek; “oluş”‘un sürekliliğine iştirak edip bozmamaya çalışmaktı…
Sonra birden çocukluğuna gitti kadın…
Bir yaz günü… Akrabadan birilerinin nişan töreni var. Güneşli gün, bahçe, tahta sandalye ve masalar zihninde; limonata ve pastanın tadı damağında hâlâ. Güneşin sıcaklığı teninde, sesler kulağında yankılanıyor. İlerleyen saatlerde yüzlerdeki ifadeyi, söylenen sözlerin içinde uyandırdığı soruları ve merakla etrafa bakarken diğerleriyle birlikte nasıl bir bekleyişe girdiğini de unutmamış. Her şey tamamdı da nişanlanacak kız yüzünde şaşkın bir hayal kırıklığı ile öylece yapayanlızdı. Gitgide merak ve bekleyiş yerini öfkeli-alaylı mırıldanmalara bıraktı. Damat adayı geldi mi, yoksa çocuk muhayyilesinin bir uydurmasıyla yüzük(ler) damadın gıyabında mı takıldı; artık emin değil. Hafızası boşuna uydurmamış ama bunu, çok etkilenmiş demek ki. Emin olduğu, bir müddet sonra nişanın bozulduğu. Gelmeme ya da geç gelme sebebi namazmış! Uzak bir semtteymiş genç adam ve namaz kılması, yol mesafesi derken kızcağızı yüz üstü bırakmayı göze almış işte. Artık yarı alayla anlatılan buydu; “Namazı için nişanını umursamadı!..”
Ve kendi “yüce vazifesi” için müstakbel eşi olabilecek bir insanın yüzünü solduran genç adamın gözünde o kızın, aslında çok da değerli bir yaratılış sebebi olan ama çöpe atılmasında beis görülmeyen solmuş maydanozlar kadar(!) değeri olduğunu da düşündü kadın.
Şimdi nerededirler, ne durumdadırlar her ikisi de; belli değil. Geçmişte yaşanmış, artık önemsiz sayılabilecek bu olay onların hayatlarında nasıl bir değişiklik yapmış, bilmiyoruz. Fakat ne önemi var?! Bir küçük kız çocuğunun zihninde uyandırdığı ilk haksızlık kavramının şekillenmesine bakmalı!
Haksız yerde durmak-Hakk’ta olabilmek çok ince bir nokta imiş meğer. Hakk’ ta olduğunu iddia da bazen kibir-ahmaklık olabilirmiş.. Hakk’ı kendinde tekrar tekrar oluşturmak insanın elinde ve fakat çilesine katlanmadan Hak yerini bulmuyormuş. Yani düşe kalka yürürken vazgeçmemek, varacağın neticenin selametini fark etmek ve selametin herkesin hakkı olduğunu bilmek gerekiyormuş… Kendi Hakk telâkkisi içinde öbürünün hakkını gözardı etmemek… Hizmetin can noktası: Herkes için istemek. Belki kendinin (zannettiğin), doğru (bildiğin) “hakkından” vazgeçmek, kalbinden çıkarmak Hakk’ın ta kendisi.
Maydanozun ve artık unutulmuş bir eski nişanın hikâyesi önemsiz mi geldi?
Olabilir…
Ama solmuş maydanozlarla yaratılmış her bir şeyin bir vazifesi olduğunu; küçük- büyük kavramının kişiye ve zamana göre değişkenliğini, ama değiştirdiği şeylerin önemini, küçük sayılabilecek nesneler ve olaylarla büyük sayılabilecek şeylere bakmayı, göz kırpmadan yok edilen umutları, bencilce verilen kararların sonuçlarını, değersizleştirmenin kendinde ve ötekinde açtığı yarayı, adalet denen ve kılı kırk yardığına inandığın sistemi ve bu sistemin neresinde durduğunu düşünebilirsin.
Unutma, hayatın da bir vazifesi vardır. Eninde sonunda onu ifa eder. Ya fark edersin ya da fark etmez, yok olur gidersin…