Ah Merhamet, Sen Nelere Kadirsin!

Otobüse Gülasfi Melanbinen yaşlı teyzeye baktı ve yüzünü çevirdi umursamazca. “Ayakta dursun, bana ne! Ben de yorgunum!” dedi içinden. Otobüs kalabalıktı. Teyzenin eli ve kalbinde taşıdıkları da. Ayakta zor duruyor gibi bir hali vardı. Hani, hayatın tüm yükü omuzlarına yüklenince çaresiz bir halde güçlü olmaya çalışır ya insan, işte öyle bir hal ile otobüsün demirlerine tutunarak direnmeye çalışıyordu.

Hem bu gençlikten gördüğü saygısızlığa direnmeli hem de elindekileri ineceği durağa kadar başarılı bir şekilde taşımalıydı. Düşmemeliydi… Hayattaki tüm acılarına göğüs gerdiği gibi bu duruma karşı da dayanıklı olmalıydı teyzem.

Genç kızın ise elinde bir telefonu vardı. Ve bu alet, vicdanı susturan, insanın etrafına karşı duyarsız olabilmesini sağlayan en etkili şeylerden biriydi. Mesela başını yere eğip görmezden gelebiliyordu etrafındakileri ya da küçük çocuklar gibi hararetli bir şekilde telefon ekranında yer alan oyunların birindeki küçük kutucukları yerine yerleştirebilme telaşına girebiliyordu. Bu yarışma kaybedilmemeliydi! Etrafta ne olduğunun, ayakta kalanların pek önemi yoktu.

Bizim bu hale gelmemize neden olan her kimse “ellerine sağlık” denebilirdi. Ellerine sağlık;çünkü artık ölü kalbi olan bir gençlik mevcuttu. İnsanın kızgınlığı artıyordu böyle durumlarda. Ama nefret çare olmazdı. Nefret, çirkin bir kelimeydi. Bize düşen sevmek, kucaklamaktı… Yaralar varsa şayet, kapanması için merhem olmaktı görevimiz. Ektiğimiz ekinlerimiz başkaları tarafından harap edildiyse bize düşen, o toprağı yeniden sevgiyle işlemek, yeniden ekin ekmek, büyümesini umutla beklemek…

Gençlik dediğimiz; güneşli bir havada elimize konan, bir kuşun masumluğu değil midir zaten?  O kuş ki zehirden ve tatlıdan habersiz. İyi bir insanın eline kondu ise beslenecek, büyüyecek; uçup gidecek gökyüzünün en mavisine. Bir de iyiliği kendine yol edinmeyen bir insanın eline konduğu hali bir düşünelim. Zavallım mas mavi gökyüzünü göremeden belki yerlere atılacak, kanadı kırılacak, çamurda pislenecek. Hayatın asıl güzelliklerini göremeden kendi bulunduğu yeri en güzel yermiş gibi zannedecek.

Genç kızımızın hali de bundan ibaretti. Oturduğu yeri büyüğüne vermemekle rahatlığından olmadığını düşünmekteydi. Ama asıl bilemediği şey, bir büyüğümüze yer verildikten sonra yüreğin tadacağı sonsuz huzur ve mutluluktu. Kalbini kapattığı için karşısındaki büyüğünün sevgi ve şefkat dolu bakışını da kaçırmıştı. Halbuki o bakış, dünyadaki mutluluk duygusunun en güzel şekilde kendini göstermesiydi. Bilmiyordu. Ne yazık ki bilmiyordu.

Belkide hiç öğretilmemişti. Belkide ona öğretilen gençliğini dolu dolu yaşaması, kendine, hep kendine, değer vermesiydi. Bu durumdan dolayı bir suçlu aranacaksa bu kişi kimdi? Neydi bizim anlayışımızı, büyüklerimize karşı saygımızı bu hale getiren. İnsan bu hallerle karşılaştığında üzülmekten kendini alamıyor. Üzülmek çare değil. Suçlu aramak hiç değil. Yapılacak şey; sevgi, sabır ve şefkatle unutturulan her şeyi ilmik ilmik kilim dokur gibi yaşayarak öğretmek.

 

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.