Tepkisiz bir toplum olmak mı daha kötüdür, yoksa nerede, neye, ne kadar tepki gösterilmesi gerektiğini bilmemek mi? Tepkisiz olmakla, tepkinin doğru adresini tespit edememek arasında gidip gelen bir ifrat-tefrit psikolojisinin mahkûmu haline dönüştük. Kitleler bir parkın yerinin değiştirilmesini veya birkaç ağacın yerinden sökülmesini protesto etmek maksadıyla yollara dökülebilmekte, galeyana gelip, meydanları mahşer yerine çevirebilmekte fakat sadece bugünkü toplumun değil, istikbaldeki nesillerin de şuuraltında ciddi tahribatlar yaratacak sosyo-kültürel eksenli cinayetleri görmezden gelebilmektedir. Fark edememekte, daha doğrusu bu cinayetler, gizli ve aşikâr failleri tarafından fark ettirilmeden çok ustaca işlenmektedir. Yığınların gözleri kör olmasa da, idrakleri köreltildiği için bu cinayetler yıllar boyu toplumun nazarları önünde televizyon ekranlarından taşarcasına tekrarlanmakta, fakat geniş halk yığınları bir tepki gösterememekte, hatta şuurunu kaybetmişçesine alkışlayabilmektedir. İşlenen bu cinayetlerin taşeronları bilinse bile onları kurgulayan perde arkasındaki gerçek katil hiçbir zaman için bilinmemekte, fakat ne gariptir ki maktul sürekli olarak milli ve dini hissiyatımızın oluşmasına zemin hazırlayan kavramlar dünyasından seçilmektedir.
Bu elim cinayetlerden birisi de, yıllardan beri cemiyetin gözleri önünde işlenen fakat kahir ekseriyeti itibarıyla sosyal anestezi geçirmiş toplumun sinirleri alınmışçasına sessiz kaldığı “İnek Şaban” kepazeliğidir. Mana kâinatımızdaki en feyizli mefhumlardan birinin bir hayvan ismiyle yan yana getirilerek tahfif olunmasına ve negatif içerikli sinsi bir propagandaya kurban gitmesine göz yumulmuştur. Yetmişli yılların ortalarından itibaren hayatımıza giren Hababam Sınıfı gerçeğinin, toplum hayatımız açısından hiç de azımsanmayacak çok menfi neticeleri olmuştur. Bu neticelerin en şerlisi ise sosyolojik planda Şaban isminin yaşadığı muazzam irtifa kaybıdır.
ABD’li sosyolog Merton fonksiyonalist teoriye katkıda bulunan sosyologlar arasında tartışmasız en nüfuzlu isimdir. Bu çerçevede literatüre kazandırdığı kavramlardan en önemlileri de açık ve gizli fonksiyon kavramlarıdır. Merton’a göre yapılar bilinen işlevlerinin yanı sıra, toplumun genelinin fark edemediği bir takım örtülü işlevler de üstlenmiş olabilirler. Açık fonksiyon bir yapının istenilen ve benimsenen işlevlerini belirtirken, gizli fonksiyon istenilmeyen ve kabul edilmeyen işlevlerini ifade eder. İşte yetmişli yıllarda çekilen Hababam Sınıfı filmlerinin toplum üzerinde icra ettiği sui tesirleri hakkıyla kavrayabilmek için meseleye Merton’un konseptiyle yaklaşmak gerekmektedir.
Müslüman Türk toplumu nezdindeki kutsiyeti tartışmasız olan “Şaban” mefhumunu takdim edilmesi mümkün en kötü şekilde sunan seri halinde çekilmiş Hababam Sınıfı filmleri düşünce ve anlayış irtifaı gerektirmeyen ve bu yüzden de kolay izlenen ve izleyenleri de ekrana kilitleyen bir formata sahiptir. Seyredile seyredile bayatlamış olmasına rağmen, bu serinin belirli periyotlarla tekrar tekrar gösteriliyor olmasının gerçek sebebi ise artık toplumda gülünen ve küçümsenen bir boyutu olan bu komik algıyı sürekli olarak gündemde tutarak zihinlere yerleştirme gayretidir. Nitekim gayesi ustaca kamufle edilen bu faaliyet boşa çıkmamış, Şaban mefhumuna karşı girişilen örtülü saldırıyı toplum artık kanıksamış ve tepki vermez olmuştur. Hadisenin daha tirajı-komik olan tarafı ise artık kitlelerin bu duruma tepkisiz kalması da değil, farkında bile olmadan bu şenaati desteklemesidir. Gelinen son noktada toplum artık bu cinayetin tetikçisine gülmektedir. Ona tezahüratta bulunmaktadır. Örnek insan ve örnek sanatkâr payesine layık görerek, baş tacı etmektedir. Tabutunun başında “hakkımız helal olsun” demektedir. Evet, toplum Kemal Sunal’ın sanatıyla(!) bu milletten çalmış olduğu değerlerin hesabını sormak yerine, helallik niyazında bulunmaktadır. Önce irfanını daha sonra ise tefrik ve temyiz kudretini kaybeden kalabalıklar medyanın desteğiyle fenomen haline getirilen bu figürü avuçlarının içi patlarcasına alkış yağmuruna tutmaktadır.
Hababam Sınıfı filmleri bir sınıfın haylazlık ve aymazlıkları üzerine kurgulanmış da olsa, Şaban figürü bu serinin değişmeyen ana karakteridir. Filmin hemen hemen bütününde Şaban’ın kusurları sürekli olarak gündemde tutulmakta, filmde birçok oyuncu olmasına rağmen, filmin en gözde karakteri hükmündeki bu şahıs her olayda ön plana çıkarılmakta ve bilhassa onun bu hususiyeti sanki bu filmler o algıyı topluma yerleştirmek maksadıyla çekilmiş hissini uyandırırcasına yerli-yersiz sürekli vurgulanmaktadır. Bu film bir okulda çekilmiştir. Okul sıralarının tozunu yutmuş herkes bilir. Eğitim yıllarında bir insana “inek” denilmesinin sebebi çok çalışkan olmasıdır. Serideki karakterin inekliği ise, çalışkanlığından değil, alıklığından, anlayış eksikliğinden, anlama ve anlamlandırma kusurlarına sahip olmasından ileri gelmektedir. Sürekli tekrarlanan bu özelliğiyle sadece gülünç ve istihza yüklü bir imaj sergileyen bu karakter gerçek adı kemal olmasına rağmen Şaban ismiyle özdeşleştirilmiş ve böylelikle kutsi bir muhtevaya sahip olan bu kavramın içindeki anlam yükü zaman içinde buharlaşarak, yerini hiç kimsenin kendisine layık göremeyeceği bir çirkefe terk etmiştir.
Yıllar önce bir akşam evimize oturmaya gelen akrabamdan olan yaşlı bir kadının bana söylediği bir sözü hiç unutmam. İki yıl kadar önce ebedi âleme göç eden ve beş vakit ibadetine mümkün olsa beş vakit daha ekleyecek kadar musalli olan bu kadının o gece bizim evimize geldiğinde bana hitaben söylediği ilk söz şu olmuştu: “Haldun! Bu akşam televizyonda İnek Şaban var.” Daha önce televizyonda reklamını gördüğü bu haberi, o ağzından dua ve zikir eksik olmayan kadın, ruhu incinmeden benimle paylaşıyordu. Hafız bir babanın evladı olarak üç aylara hürmeti su götürmez bir gerçek olan bu yaşlı kadının ağzından çıkan sözler maalesef buydu. Şaban’a kurulan komplo en mütedeyyin kesimlerde bile hedefi on ikiden vurmuştu. Ve gayesini hiç kimseye hissettirmeden…
Yıllar önce Üsküdar’daki Anadolu Aydınlar Ocağı’nın konferans salonunda tarihçi Abdülkadir Donuk Beyefendi’den dinlediğim ve onun bizzat kendi ailesinde şahit olduğu bir başka enteresan hadise ise bu komplonun tesir sahasının hangi boyutlara ulaştığını göstermesi açısından son derece ibretâmizdir: “Gözbebeğimiz kadar kıymetlimiz olan bir yeğenim vardı. Yıllar önce müspet özellikleri olan, çok efendi bir çocukla nişanlanmıştı. Böyle bir izdivacın gerçekleşecek olması sadece onu değil, aile olarak bizi de heyecanlandırıyordu. İlk etapta iki taraf açısından da çok güzel duygular ve olumlu izlenimler ile başlayan bu hayırlı teşebbüs maalesef, ilerleyen günlerde akamete uğradı. Yeğenim olan hanımefendi ibtida çok arzu ettiği ve bizim de desteklediğimiz bu mutlu izdivacı gerçekleştirmekten bir süre sonra vazgeçti. Kendisine ne söylediysek, ikna edemedik. Nal dedi, mıh demedi ve neticede nişan bozuldu. Yeğenimin itirazı çocuğun ismine yönelikti. Bütün müspet özelliklerine rağmen bu çocuğun, kulağına Ezanı Muhammedînin okunduğu günden itibaren taşıdığı bir kusuru(!) vardı. Adı Şaban’dı.”
Şaban kelimesinin sözlükteki karşılığına baktığınız zaman “ay takviminin sekizinci ayı, mübarek üç ayların ikincisi” ifadeleriyle karşılaşırsınız. Hâlbuki şaban kelimesinden türeyen “şabanlaşmak” fiilinin anlamına göz attığınızda ise karşınıza “aptal, alık, şaşkın duruma gelmek, aptallaşmak” anlamlarını içeren bir muhteva çıkar. Şaban ismi görüldüğü gibi şabanlaşmak fiiline dönüşürken söylenildiğinde insana komik gelen bir algı oluşturmakla kalmamış, aynı zamanda ciddi bir anlam kaymasına da uğramıştır. Daha net ifade etmek gerekirse, işiten de ruhani bir zevk ve son derece müspet tedailer uyandıran, kişiyi kâmil bir mana iklimine götüren pozitif muhtevalı bir kavram, zaman içerisinde komik ve nahoş çağrışımlar üreten olumsuz ve negatif içerikli bir dönüşüme uğramıştır. Bugün Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünü açtığınız zaman orada yıllar önce işlenmeye başlanan bu manevi cürmün deliliyle karşılaşırsınız. Müsebbipleri ortada yoktur ama bu manevi cürüm zaman içinde döl vererek, “şabanlaşmak” kaşesini taşıyan piçi mevkiindeki kavramı lügatlere hediye etmiştir.
Şabana kurulan komplonun bağrımızda açtığı yaralardan birisi de Hababam Sınıfı filmlerinin sosyolojik etkilerinin hissedilmeye başladığı yıllardan itibaren ailelerin dünyaya gelen çocuklarına bu ismi vermekten imtina etmeleri olmuştur. Nüfus idaresinin istatistiklerine göre Şaban ismi ile aynı kıratta isimler olan Recep ve Ramazan isimlerinin yeni doğan çocuklara koyulma sıklığı şaban isminin çok önündedir. Ramazan Türkiye’de en çok konulan elli sekizinci, Recep ise doksan üçüncü isimdir. Buna karşılık Şaban ismi üç yüz altmış beşinci sıradadır. Şaban isminin bu iki isme göre açık farkla geride olmasının sebebi yeni nesilde bu isimde bir insanın hemen hemen hiç olmamasıdır. Çevrenize dikkatle baktığınızda otuz yaşın altında olan bu isimde bir insana pek rastlayamazsınız. Hababam Sınıfı filmleri bundan tam kırk yıl önce hayatımıza girmiş ve zaman içinde bizi biz yapan bazı değerleri bir sel misali önüne katıp sürükleyerek, toplumsal kullanım alanının dışına atmıştır.
Hiçbir ebeveyn evladının hafife alınmasını ve rencide olmasını istemez. Bu serinin zararlı etkileri toplumsal bünyeye sirayet ettikten sonra Türk ailesi kendisine Hakk’ın bir tebessümü olan yavrusuna bu ismi koyamaz olmuştur. Geniş halk tabakaları ve bilhassa mütedeyyin kitle şaban ayına yine hürmet etmekte, ay teşrif ettiği zaman onu zikir ve ibadetle süslemekte, fakat toplumdaki bu komik ve uğursuz algıdan dolayı o ismi ciğerparesine yakıştıramamaktadır. Peygamber neslinin katili olduğu için Yezid’i lügatinden silen bu millet, hassasiyet ölçülerine aykırı düşen tam aksi bir tecelli ile Şaban ismini de toplumsal kullanım listesinden çıkarmıştır. Bu gün bir baba yeni doğmuş bebeğine bu ismi koyamıyorsa eğer, artık bu toplumda şaban ölmüş demektir. Şaban’ı öldüren Şaban da ölmüştür. Fakat canını Azrail’e teslim etmeden evvel, bu millet tarafından o kutsi ve feyizli aya karşı duyulan hürmet hissini yok edemese de, mefhumun sosyolojik plandaki tezahürlerine yönelik imha edici son darbeyi vurmuştur. Artık şaban zikredildiğinde insanı mest eden bir ruhani huzur vesilesi değildir. Artık şaban minicik yavruların ziyneti olan güzelim bir isim de değildir. Artık şaban gelinlik bir kızın tercih edeceği koca adayının ideal ismi de değildir. Artık şaban yaşlı bir ninenin elini, göğsüne bastırmadan anmadığı bir mana da değildir. Günümüzde şaban sadece mevsimlerin devri neticesinde dünyayı on iki ayda bir ziyaret eden mübarek bir ayın adı olarak zihinlere sıkışmıştır.
Recep ve Ramazan isimlerine yönelik teveccüh henüz darbe yememişse de aynı zihniyet, yakın zamanda benzer bir senaryoyu Recep İvedik filmleri marifetiyle bu isme yönelik olarak da sahneye koymuştur. Filmde Recep İvedik karakteri, şaban karakterinde olduğu gibi istihza ve onun ötesinde buram buram küfür kokan bir muhteva ile damgalanmaya çalışılmaktadır. Aynı senaryonun farklı bir versiyonu ile karşı karşıyayız. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tıpkı Hababam serisi gibi peş peşe çevrilen Recep İvedik filmleriyle ileriki zamanlarda Recep ismi de sosyolojik olarak sıkletten düşüp, benzer bir akıbete uğrarsa hiç kimse şaşmasın.
Türk toplumunun son yıllarda yaşamış olduğu en büyük değişimlerden birisi de toplumun köylüleştirilmesi olmuştur. Lüksün de ötesinde süper lüks konutlarda oturan, master, doktora yapmış yüksek eğitimli(!) insanların eğlence ve kültür anlayışlarını irdelediğimizde ortaya popüler kültüre ve gecekondu magazinciliğine her şeyiyle teslim olmuş bir törpülenmemişlik manzarası çıkmaktadır. Kibariye’yle demlenen, İbrahim Tatlıses ile mest olan bu kentli(!) kalabalığın dâhil olduğu olumsuz sürece en ciddi katkıyı yapan figürlerden birisi de Kemal Sunal olmuştur. Bu toplumsal yığının mizah anlayışını ve tebessüm planındaki zevk çeşnisini o tespit etmiştir. Yıllar boyu ekranların tanıdık yüzü olduğu için de, bu adamın köylü karakterinden ve törpülenmemiş meşrep ve mizacından herkese bir şeyler bulaşmıştır. Seküler zihniyetin temsilcisi olan ve o itibarla da irfani boyutu gelişmemiş olan bu zât kentleşen, fakat kentlileşemeyen insan kalabalıklarının mizah idolü olarak beyaz ekrandan bu olumsuz sürece ciddi katkı yapmıştır.
Bu filmlerin sui tesiri yalnız yukarıda sayılanlarla sınırlı kalmamış, Hababam Sınıfı öğretmen-öğrenci arasında mevcut olan örfümüze has geleneksel saygı anlayışına da kurşun sıkmıştır. Hem genel terbiye sisteminin çökmesi hem de bu filmlerin dolaylı etkisiyle ortaya dersi kaynatmayı kendisine hedef seçmiş muzır ve dalgacı bir öğrenci tipi çıkmıştır. Bugün eğitim hayatımızın çilekeşi olan öğretmenler bu öğrenci tipinin her ders yarattığı kaos ortamıyla başa çıkabilmek adına canhıraş bir mücadele vermektedirler.
Yukarıda saymış olduğum menfi neticelerin hemen hemen tamamı Merton’un gizli fonksiyon olarak tanımladığı kavramın şümulü dâhilindedir. Bu filmler benzerleri gibi reytingleri yükseltmek amacına matuf seyirlik bir meta olarak çekilmiş de olsalar, bu açık fonksiyonlarının yanında, usta işi çok mahirane bir senaryo ile bazı gizli fonksiyonlar da icra etmişlerdir. Bu gizli fonksiyonların en barizi ise şaban isminin gülünç bir derekeye düşürülerek, kutsal bir ay adı olmak dışında toplumsal kullanım alanından kaldırılması olmuştur.
Süleymaniye Camii’ni yıkamazsınız. Bu yıkımın yaratacağı sosyal depremin altında en başta siz kalırsınız. Böyle ağır bir cürmün faili olmak günahını yüklenemezsiniz. Bunu isteseniz bile, değil işlemek, dile dahi getiremezsiniz. Toplumun tepkisinden ve üzerinize bir karabasan gibi çökecek olan maşeri vicdanın ağırlığından korkarsınız. Ama etrafındaki yolları bakımsız kılar, yürünmez hale getirirseniz, camiyi cemaatsiz bırakırsınız. O zaman Süleymaniye maddesiyle olmasa bile manasıyla çökmüş olur. Yahya Kemal’in “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” isimli şiirini müfredattan kaldıramazsınız. Bu çok su götürür. Ama o şiire tat veren kelimeleri unutturur, ahengi yok ederseniz, zevki selimi katledersiniz ve o zaman “Kendi Gök Kubbemiz” gönüllerin değil, ancak tozlu rafların süsü haline gelir. İnsanlar şiir namına şairin “ağzımda annemin ak sütü” dediği güzel Türkçeyle nakışlanmış abideleri değil de, sülfürik asitle imal edilmiş herzeleri okurlar. İşte o zaman yıllar önce Aşiyan Mezarlığı’na defnederken, maddesiyle kefenlemiş olduğunuz Yahya Kemal’i, manasıyla da gömmüş olursunuz.
Aynı şekilde Şaban ayı gibi bir mukaddese de cepheden saldıramazsınız. Onu açıktan tahkir ve tezyif etmeye yönelemezsiniz. O itibarla sureti haktan görünüp, onu gizliden gizliye ifna etmeye çalışırsınız. Fark ettirmeden ve hissettirmeden zehrinizi şırınga eder, “güldürüyorum, eğlendiriyorum” havası içinde gerçek amacınızı kamufle ederek, yavaş yavaş içtimai bünyeye kanser aşısını zerk edersiniz. Kanser olan sosyal bünye bir süre sonra eğri ile doğruyu birbirinden tefrik etmek ihtiyacını hissetmez olur. Önemli olan bir şeyin topluma nasıl verildiğidir. Verilirken güzel gösterilip, sevdirilen bir şeyi daha sonra bütünüyle toplumun gözünden düşüremezsiniz. İşte Hababam Sınıfı filmleri böyle usta işi bir senaryoyla bizim hayatımıza sokulmuş ve içindeki bir yığın cürufla birlikte bize sevdirilmiştir. İşte tam bu aşamada inandığımız değerler ile bize sevdirilen şeyler arasında bir tercih yapmak zarureti ile karşı karşıya kalırız.
Hollywood’da “Şöhretler Bulvarı” olarak bilinen bir yol vardır. Burada kimisi gerçek, kimisi kurgu olan 2400’den fazla yıldızın isimleri kaldırımların üzerine yerleştirilmiştir. Bunun tek istisnası Müslüman boksör Muhammed Ali’ye ait olan yıldızdır. Yıllar önce isminin kaldırıma yazılması söz konusu olunca ünlü boksör “Peygamberim Hz. Muhammed’in adını ayaklar altına koydurmam” demiştir. Israrlı davranıp, diretince organizatörler talebini kabul etmişler ve sadece onun yıldızını her yıl Oscar Ödüllerinin dağıtıldığı bina olan Kodak Theatre’ın duvarına kazımışlardır.
Tarihi süreç içinde daha dün denecek kadar yakın bir zamanda İslamla şereflenmiş olan Amerikalı siyahi bir Müslümanın göstermiş olduğu bu şuur uyanıklığı ve derin hassasiyete karşı, en az bin yıldan beri Müslüman olan Türk insanının, ruhuna tercüman olan kavramlar ifsad edilirken, içine düşmüş olduğu bu hissiz, hareketsiz ve acıklı durumun izahı nedir acaba? Hangi mekanizma bu töre topluluğunu bilincini yitirmiş, toplumsal hafızasını kaybetmiş, hisleri iptal edilmiş, öz değerlerine karşı girişilen saldırıyı kabullenmiş, gönüllü bir mankurtlar topluluğuna dönüştürmüştür?
2000 senesinde Kemal Sunal’ın Trabzon’a gitmek üzere bindiği uçağın içinde, kalkıştan hemen önce kalbinin aşırı heyecana yenik düşerek, terki hayat eylemesinden bir hafta kadar evvel, Türk musikisinin büyük üstadı, ud virtüözü ve bestekâr Cinuçen Tanrıkorur Beyefendi de altmış iki yıl önce üzerine giydiği beden elbisesinden çıkarak, âlem-i ervaha doğru kanat açmıştı. Yaklaşık bir hafta arayla gerçekleşen bu iki masivadan ayrılış hikâyesi takip eden günlerde Beşiktaş’taki bir kitapçı dükkânında üç kişi arasında geçen bir sohbetin konusu olmuş ve sağduyulu bir aydının lisanında kaybedilen değerlerle yerine ikame edilmeye çalışılan değerler(!) arasındaki uçurumu göstermesi açısından kendisine çok yerinde bir mukayese imkânı bulmuştu.
Yıllar önce hepimiz için bir kitapçı dükkânından öte, bir manevi yuva olan ve mekânın müdavimi olan ulema ve üdebanın tatlı sohbetleriyle sinesinde zihnimizi tazeleyip, gönlümüzü dinlediğimiz Seyran Kitabevi’nde otururken, kitabevinin gediklisi olan bir fizik profesörü, kitabevinin sahibi ve aynı zamanda sağduyulu bir aydın olan Sait Başer’e hitaben aynen şöyle dedi: “Eeee, Kemal Sunal öldü. Ne olacak şimdi?” Yıllar önce irşad edicisinin “Evladım! Rızık için çalışma!” hitap ve niyazına muhatap olduğu için ezeli takdir icabı açmak zorunda kaldığı kitapçı dükkânını bir sohbet ve kültür mahfiline dönüştüren ve dostlarının sohbetiyle birlikte, kitabevinin tefekkürünü de tecessüs ehline bedelsiz olarak dağıtan Sait Başer beyefendi kendisine yönelen ve içinde adeta yeri doldurulmaz bir kayıp olduğu imasını taşıyan bu soruya şöyle cevap verdi: “Kemal Sunal’dan bu millet ne öğrendi ki? Küfür ve argodan başka… Geçtiğimiz hafta Cinuçen Tanrıkorur vefat etti. Asıl ona kafa yormak lazım ‘Ne olacak şimdi?’ diye…”
Bu hüküm cümlesinin altında, binlerce yıllık kültürünün ana ekseni üzerinde yürüyen milli kimlik sahibi şuurlu bir aydının sahip olduğu saf altın ayarındaki idrak ve anlayış ölçüsünü, kalp paradan bile daha kıymetsiz olan piyasanın geçer akçesine değişmeyen bir bakış ve görüş zarafeti ve popülizmin kolaycılığına teslim olmayan derinlikli bir tefekkür yatmaktaydı. Aynı zamanda bu sözlerin altında gerçek sanatkâr ile sanatkâr olarak görülen şahsı birbirinden ayıran ince ve zarif bir ölçü de saklıydı.
Bizim kültürümüzde sanatkâr toplumun ruhi ve fikri seviyesini yükseltme idealine kendisini adamış insandı. Sanatkâr geçmişin güzelliklerini yeni form ve anlayışlar içinde asrın talep ve idrakine göre yeniden yorumlayan insandı. Sanatkâr mazi ile istikbal arasında köprü olabilme heyecan ve sevdasına sahip olan insandı. Yoksa sanatkâr cemiyetin mukaddeslerinin üzerine çıkıp, onların üzerinde hoyratça tepinen bir reyting avcısı değildi.
Bütün bu gerçeklere rağmen artık tarihe intikal etmiş olan bu şahıs hala örnek bir sanatkâr olarak takdim edilmektedir. Bugün bu toplumun acilen yapması gerekli olan bir muhasebe vardır. Sanatkâr bir topluma ait olan değerleri ifsad edip, israf eden adam mıdır? Yoksa onları tıpkı merhum Tanrıkorur gibi layıkıyla koruyup, çağın taleplerine uygun bir şekilde güncelleyerek, istikbale taşıyan insan mıdır? Bugün toplum olarak bu vicdani sorumluluğu duymak ve sanatkâr payesine layık gördüğümüz varlığı, kıymet hükümlerimizi ve bizi biz yapan değerleri iğdiş eden bir kâzib şöhret olmaktan çıkarmak zorundayız.