Türkiye’de herhangi bir ilköğretim okulunun herhangi bir sınıfına girdiğiniz zaman orada görecek olduğunuz objelerden birisi de tarih şerididir. Sınıf düzeninin ve ilköğretim seviyesindeki eğitim hayatımızın demirbaşlarından olan bu obje o kadar önemlidir ki sınıfı denetlemeye gelen bir müfettiş, şayet o şeridi yerinde göremezse sınıf öğretmenini ikaz eder ve tez zamanda duvara bir şerit asmasını ondan ister.*
Sınıfın duvarını bir uçtan diğer uca kaplayan bu obje, dünya tarihini beşeriyetin ilk devirlerinden itibaren çağlara bölmekte olup tamamen Avrupa’nın yaşadığı serüven ve tarihi tecrübeye göre zamanı devirlere ayırmaktadır. Bu şeritte yazının icadıyla başlayan devirler ilkçağ, ortaçağ, yeniçağ ve yakınçağ olarak isimlendirilmiştir. Yazının insan hayatına girmesinden evvelki zaman tarih öncesi olarak nitelenmekte, yazının icadıyla birlikte tarih çağlarına girilmekte, ilkçağdan ortaçağa geçiş ise Roma İmparatorluğu’nun sükûtu ile başlamaktadır. Ortaçağa giriş, müspet bir gelişme ve yükseliş ile değil, kaosun ve belirsizliğin habercisi olan bir düşüş ile start almaktadır. Greko-Latin medeniyetinin üç ana unsurundan biri olan Roma düzeninin çöküşü, taassup ve hurafelerin egemen olduğu skolastik çağın başlangıcı olmuştur. Karanlık çağı başlatan hadise bile devrin Avrupa tarihindeki anlamına uygun düşer.
Ortaçağ tabiri, Avrupalının tarihi hafızasında taassup ve hurafelerin egemenliğinde zulüm ve istibdat ile geçen, kilisenin baskı ve tahakkümü altında yaşanmış uzun ve karanlık bir devrin adıdır. Adeta korku edebiyatını hatırlatırcasına bir alacakaranlık kuşağının simgesidir. Hâlbuki bu devir, bizlerin tarihinde aynı anlam yüküne sahip değildir. Bin yıla yaklaşan bir dönemi kapsayan bu çağ, İslam’ın altın çağı olmasının yanı sıra Türklüğün tarihi tekâmül ve seyri açısından da olumsuz manalar ihtiva etmez. Hatta bu devir Fernand Grenard’ın da dediği gibi bütün bir Asya’nın yükseliş ve ihtişam çağıdır. Aksiyon heyecanıyla kanatlanmış hür ve gür bir imanın adeta bir çağlayan gibi coşarak üzerine düştüğü her nesneye hayat verdiği asırlardır. Buna rağmen ortaçağ denildiğinde hangimizin zihninde bir karanlık çağ imajı uyanmaz? Ortaçağ tabiri Batı insanının şuuraltında ve hafızasında olduğu gibi bizlerin de düşünce ufkunda olumsuz bir hüviyete sahiptir. Ortaçağ, denildiğinde kafamızın içinde daima menfi bir imge uyanmaktave o imgeyi zihnimizin bir köşesinde mahfuz tutarak beyin fırtınası yapmaktayız.
Yine aynı şekilde Yeniçağ ve Yakınçağ’ı başlatan işaret fişekleri de Amerika’nın Kristof Kolomb tarafından keşfi(1492) ve Fransız İhtilâli (1789) gibi Avrupa tarihinin kavşak noktalarındaki iki önemli olaydan seçilmiş olup bunlar bütün bir insanlığın ortak macerası değil, Avrupa’nın bugün sahip olduğu siyasal ve toplumsal nizamın kilometre taşlarıdır.
Tarih şeridi üzerinde Avrupa merkezci bakış açısından ayrıldığımız tek nokta Ortaçağ’ın yerini Yeniçağ’a bırakması meselesinde düğümlenmektedir. Batılılar bizden farklı olarak çağ başlangıcını 1453 olarak değil de 1492 yılı olarak görürler. Onlara göre Yeniçağ İstanbul’un fethi ile değil de Amerika Kıtası’nın keşfi ile başlamaktadır. Bu yaklaşım, bugünkü Avrupa medeniyetinin tamamıyla iç dinamiklerin tesiriyle kurulduğu, tümüyle kendi gelişme potansiyeli üzerinde yükseldiği ve ulaşılan başarıda harici faktörlerin fazla etkisinin olmadığı gibi hiç de gerçekçi olmayan psikolojik eksenli bir tarih yorumu üzerine oturmaktadır. Hâlbuki Avrupalının Amerika’yı keşfi bile gerçekte varlığını İstanbul’un fethine medyundur.
İstanbul’un fethi Türk tarihinden ziyade Avrupa tarihi açısından bir dönüm noktasıdır. Batının tarihindeki birçok önemli gelişme, fethin yarattığı iktisadi ve sosyal kaosun neticesinde ortaya çıkmıştır. Fethin gerçekleşmesi Avrupa’nın tarihinde öylesine büyük bir zelzeledir ki arkasından küçük artçı sarsıntıları değil, adeta büyük depremler silsilesini sürüklemiştir. İstanbul’un fethi neticesinde Avrupa, elindeki en önemli ticaret güzergâhı olan İpek Yolu’nu kaybetmiştir. Bu olumsuz gelişmenin yarattığı ekonomik darlık, yeni ticaret yolları aramak gayesiyle coğrafi keşifleri başlatmış, bütün bu çabalar Yeni Dünya’nın keşfiyle sonuçlanmıştır. O güne kadar el sürülmemiş bakir topraklara ayak basan beyaz adam, orada sınırlarını kendisinin de tam olarak kestiremediği uçsuz bucaksız bir coğrafya ile karşılaşmıştır. Malik olduğu bu yeni ve emsalsiz coğrafyayı imar ve ıslah edecek yeterli enerji, dinamizm ve işgücüne sahip olmadığını anlayınca da Afrika’dan Amerika’ya uzanan kıtalar arası zenci köle ticaretini başlatmıştır.
Kısacası Amerika Kıtası’nda köleliğin başlaması bile İstanbul’un fethinin doğurduğu neticelerden biridir. Daha doğrusu fethin yarattığı domino etkisinin zorunlu sonucudur. Yani Amerika’nın keşfi kendi başına bir sebep değil, fethin doğurduğu bir sonuçtur. Bütün bu açılardan bakıldığında Konstantinopolis’in zaptı, Amerika’nın keşfinden de kendi asrında meydana gelen diğer mühim hadisattan da çok daha önemlidir ve yeni bir tarih çağının başlangıcı olmaya hepsinden daha ziyade layıktır.
Ayrıca yine yerli ve yabancı birçok ilmi otoritenin müşterek kanaatiyle dünya tarihinin en büyük bahislerinden biri olduğu şüphe götürmez bir hakikat olan Türklerin Orta Asya’dan Küçük Asya’ya doğru kitleler halinde bir sel gibi akmaları ve geldikleri Anadolu coğrafyasını vatan ilan ederek burada yeni bir içtimai ve siyasi terkip yaratmaları ve daha sonra da batıya doğru huruç ederek Avrupa’nın siyasal yapısı ve milletler düzeni üzerinde günümüze kadar gelen kalıcı etkiler bırakmaları bu tarih şeridi üzerinde kendisine nedense yer bulamamıştır.
Tarih eğitimindeki sıkıntı burada başlamakta, Türk insanı daha ilköğretim çağlarından itibaren bir bütün olarak dünya tarihini, Avrupalının bu çağlara verdiği kendi gelişme çizgi ve dinamiğine has anlamlar üzerinden algılamakta ve yorumlamaktadır. Çok farklı bir tarihi bellek ve tecrübeye sahip olmasına rağmen başka bir medeniyetin tarihi seyri üzerine oturan bir kurgunun penceresinden bütün bir tarihe nazar etmektedir. Kendi milletinin tarihindeki gelişmelere de bu genel tarih yorumu üzerinden yaklaşmakta, hatta kendi tarihi serüveninin bu tabloya ne kadar uyup uymadığını bile sorgulamaya kalkmaktadır. Neticede “Türk tarihinin en büyük eksikliği bir burjuvaziye sahip olmamasıdır.” diyebilecek kadar kendi hikâyesine yabancılaşan ve Avrupa’nın zaman tünelinden bakarak kendi macerasını değerlendiren tercüme bir aydın tipi ortaya çıkmaktadır. Tarih eğitimimizdeki ana eksen kaymasının sebebi bu olup neticede düşünce mihveri sağlam olmayan ve muhasım bir medeniyetin yörüngesinden kendi tarih ve toplumuna büyüteç tutan bir nesil filizlenmektedir.
Tarih eğitiminde bütün insanlığın macerasını yansıtacak ortak evrensel normlar icat etmenin imkânı yoktur. Çünkü her millet ve medeniyetin farklı bir macerası vardır. Hepsini müşterek bir zeminde buluşturmak imkânsızdır. Tarih şeridi denilen ve bütün dünya tarihini beşeriyetin tamamı için geçerli olacak şekilde çağlara ayırdığını iddia eden garabet ise gerçekte bir coğrafyada yaşanan tarihin ve inkişaf eden medeniyetin safahatını genelleştirip cihanşümul ilan etmekten ibarettir.
Tarih mantalitemizi kendisine paralel bir düzlemde şekillendiren Eurocentrism, coğrafya algımız üzerinde de benzer bir etkiye sahiptir.
Bir an için zihninizi toplayın ve bir bütün olarak dünyayı gözünüzün önüne getirin. Dünya denildiğinde zihninizin size servis edecek olduğu manzara, kuzeybatıda ABD’nin en kuzeydeki eyaleti olan Alaska’dan başlayıp güneydoğuda Yeni Zelanda’ya doğru bir çapraz çizen ve yine güneybatıda Şili ve Arjantin’in en uç noktası olan Patagonya’dan başlayarak kuzeydoğuda Rusya’nın A.B.D ile sınırını belirleyen Bering Boğazı’nda nihayetlenen bir şablon olacaktır. Kendimize hiç sorduk mu acaba, niçin böyle bir resim gözümüzün önüne gelir? Dünya her şeyden evvel bir küredir ve onun düz bir zemine, yani atlas üzerine aktarılması bile oldukça problemlidir. Ayrıca bir küreye baktığımızda ise böyle bir manzara görmemiz eşyanın tabiatı icabı imkânsızdır. Ama dünyayı bir bütün olarak gözünüzün önüne getirin, dendiği zaman alternatifsiz olarak bu şablon gözümüzün önünde belirir. Yerküredeki bütün kıta ve okyanusların bir bütün olarak görülebilmesi açısından küre şeklindeki arzın düz bir zemin üzerine aktarılması teknik bir zorunluluktur da bu zorunluluğun yukarıdaki şekilde tersim edilmesi acaba bir mecburiyet midir? Küre şeklindeki dünyanın atlas zemin üzerine bu şekilde aktarılması her şeyden evvel bir coğrafya felsefesinin ürünüdür. Eurocentrism olarak ifade ettiğimiz bir dünya görüşünün yansımasıdır.
Haritaya baktığımızda Avrupa kıtası atlasın ortasında yer almaktadır. Bu da onun dünyanın merkezinde olduğu tezini yani, Avrupa merkezcilik fikrini güçlendirmektedir. Avrupa’nın daha da batısında ise kendileri ile aynı ruh ve mayadan gelen insanların yaşadığı Kanada ve ABD’nin bulunduğu Kuzey Amerika yer almaktadır. Birbirinden Atlas Okyanusu ile ayrılan bu iki kara parçası harita üzerinde yan yana gösterilmekte olup ikisi birlikte Atlantik Dünyası’nı oluşturmaktadır. Atlas üzerinden dünyaya kuş bakışı baktığımızda Avrupa’nın arzın merkezi olduğu iddiası ve atlasın batısında konumlandıkları için de Kuzey Amerika ile Avrupa’nın Batı’yı temsil ettikleri fikri görsel bir kurgu ile meşrulaştırılmaktadır. Hâlbuki bu tamamen bir planlamanın eseridir. Batı sadece bir yön ismidir. Los Angeles’tan daha batıya doğru gittiğiniz zaman yönünüz yine batıdır fakat bu sefer Pasifik Okyanusu’nu geçerek Japonya’ya, tabiatıyla Asya’ya ulaşırsınız. Tam aksi bir istikametten Çin üzerinden doğuya doğru gittiğinizde ise yine ABD’ye ulaşırsınız. Dünya düz ve tepsi biçiminde değildir ki Amerika ve Avrupa’nın dünyanın batısında oldukları iddiası doğru olsun. Yani Amerika ve Avrupa’nın Batı’da oldukları ve Batı’yı temsil ettikleri kanaati Batı’da üretilmiş fakat global çapta kabul görmüş bir harita tekniğinin ve bir coğrafya felsefesinin dayatmasıdır. Aynı zamanda batı gerçekte bir yön adı iken zamanla orta ve batı Avrupa ile Kuzey Amerika’yı kuşatan bir medeniyetin rumuzu haline dönüşmüştür. Yani bir coğrafya parçası ile bir medeniyet özdeşleşmiştir.
Düz zemin üzerine böyle aktarılmış bir dünya haritasını iki tarafı müsavi olacak biçimde yukarıdan aşağıya doğru ikiye böldüğünüzde içinde Türkiye’nin de yer aldığı coğrafya ve onun daha da şarkında kalan ülkelerin, atlasın doğu bölümünü oluşturduğunu görürsünüz. Büyük resme baktığınız zaman Avrupa’nın doğusunda kalan bölgelerin, klasik Avrupa coğrafyasına olan mesafelerine göre isimlendirildiğini fark edersiniz.
Ege havzasını içine alan coğrafya ve Avrupa Kıtası’nın bir parçası olmasına rağmen Osmanlı geçmişi dolayısıyla klasik Avrupa medeniyetinin dışında tutulan Balkanlar ve Türkiye bu haritada Yakındoğu olarak isimlendirilmiştir. İçine Arabistan yarımadası ile İran ve Mezopotamya’yı da alan Pakistan’dan Libya’ya kadar uzanan bölgeye ise Ortadoğu denilmektedir. Ortanın, yani merkez olarak kabul edilen Avrupa’nın doğusunda yer aldığı için bu isim verilmiştir. Haritanın en doğusunda kalan Hindistan, Çin, Japonya gibi ülkelerin oluşturduğu kuşağa ise Uzakdoğu ismi verilmiştir. Avrupa merkezci bir mantıkla tasarlanmış olan bu haritada Ortadoğu, Uzakdoğu gibi kavramlar oldukça anlamlı olmakta ve yerli yerine oturmaktadır.
İşin daha ilginç olan tarafı ise literatürde Uzakdoğu gibi bir kavram olmasına rağmen Uzakbatı gibi bir kavramın bulunmamasıdır. Daha doğrusu adı geçse bile bu kavramın son derece muğlak olup Uzakdoğu teriminde olduğu gibi harita üzerinde sınırları çizilmiş bir coğrafyayı nitelemek maksadıyla kullanılmamasıdır. Avrupa’yı merkeze alan bir mantıkla bakıldığında bu haritada içinde ABD’nin de yer aldığı Amerika Kıtası’nın uzakbatı olarak isimlendirilmesi gerekir. Hâlbuki ABD’nden bahsedilirken uzakbatı kavramı kullanılmaz. En azından coğrafya literatüründe bu konuda kesin bir niteleme yoktur. Bununla 1945’ten sonra Batı kulübünün tartışmasız lideri haline gelen dünyanın patronu ABD’ni merkezin dışında bırakmama hedefi güdülmüştür.
Uzun sözün kısası batı, doğu, dünyanın merkezi ve bunların türevi olan diğer kavramlar, Dünya’nın küre biçimindeki yapısı göz önüne alındığında reel olarak hiçbir anlam ifade etmemekte olup Atlantik dünyasının tasarlayarak servis ettiği ve bizim de gönüllü olarak kabul ettiğimiz ve hayatımıza soktuğumuz mefhumlardır. Günlük yaşayışımız içinde bu kavramları sık sık kullanmakta ve farkında bile olmadan Batı’nın tespit ettiği dünya konseptini zımnen onaylamış olmaktayız.
SONUÇ
Batı olarak bilinen dünyanın karikatür krizinde olduğu gibi cepheden gerçekleştirdiği saldırılar, toplumsal planda şuurlanmaya yol açtığı için bizi uyarmakta ve uyandırmakta ve yekvücut hale getirerek hariçten gelen taarruzlara karşı milli varlığımızı ve toplumsal bütünlüğümüzü güçlendirmektedir. Buna karşılık maarifimizin içine sızan Truva atları ise gönüllü olarak kabul ettiğimiz zihinsel bir esaret düzeni yaratarak milli ölçüleri hayatımızdan tasfiye etmektedir. Zira bu noktada düşman sinsice yaklaşmakta ve kendi dünyasına ait olan ezberleri bize tekrar ettirmektedir. Sadece bununla da kalmayarak onları örgün eğitim sistemimiz üzerinden yeni yetişen nesillere de şırınga etmektedir. IMF’ye olan borcumuzu sıfırlayarak iktisadi hürriyetimizi kazansak da bu yapıyı çözmedikçe gönlümüzle olmasa bile kafamızla batıya bağımlı olmaya devam ederiz.
Zaman ve mekân tasavvurumuz Batı’nın manipülasyonu altındadır. Coğrafyaya bakışımız ve o coğrafyanın üzerinde tezahür eden tarihi okuma ve değerlendirmemiz tamamıyla Atlantik dünyasının bize sunduğu kalıplar üzerinden olmaktadır. Doğal olarak kendi tarih ve coğrafyamıza bakışımız dayine bu paralelde şekillenmektedir. Sadece eğitim kurumlarımızın içine değil, beynimizin koridorlarına kadar nüfuz etmiş bu kuşatmayı kırmadıkça sosyal bilimler sahasında yapacak olduğumuz diğer atılımlar daima eksik kalacaktır. Çok da farkında olmadan zihninden zaman ve mekân boyutuyla Batı’nın düşünme kalıplarına eklemlenmiş nesiller yetiştirme gayreti içinde olacağız. Maarifimizin ve eğitim ve kültür hayatımıza gönül vermiş olan sivil toplum örgütlerimizin, düşünce kuruluşlarımızın üzerinde dikkat, ciddiyet ve evleviyetle durmaları ve tartışmaları gerekli olan en önemli meselelerden birisinin bu olduğunu düşünüyorum.
* Bu yazıyı yazmama vesile olan Sait Başer Bey’e teşekkür ederim.
* Zamanında ilkokul öğretmenliği yapmıştım. Yukarıdaki tespit kişisel tecrübemle sabittir.