Varlık âleminde görünür görünmez her şey insana âşıktır. Her şey sessiz bir vurgunlukla şu özleyiş yalvarısını okur: ”Beni anla, beni yen, beni kullan. Yaradılışımın mânâsına kavuşmaklığım senin eline verilmiştir, Âdemoğlu beni hasretime ulaştır, senin zafer anıtında ben malzeme olayım.” / Safiye Erol – Ciğerdelen’den
İnsan, dünya yolculuğuna merak yüklü bohçası ile bir ruh olarak gelmiş, gelir gelmez de varlığı katılaşmış, kabuk bağlamış. Yürüdükçe muhabbet, vicdan, neşe, ümit de bohçaya eklenecek. Ardından kabuktaki korku, nefret, haset, hırs, kasvet… Ve insan zamanla bohçasından çıkardıklarının yardımıyla dünyayı tanıyarak kendini inşa edecek. Köşe başlarında karşılaştıkları, sonra önünde açılan kapılarda gördükleri ile yeniden yeniden inşa edecek. Gezintisi sürerken kabuğundaki özüne düşman, hakikatine aykırı, yabancı; duygularla savaşır, onları alt ederse tekrar şeffaflaşabilir; beklentisine, arayışına, bulduklarını hazmetme onlarla bütünleşebilme yeteneğine bağlı.
Dertler… Ama mesele, o dertlerin mahzeninde hapsolmak yerine onlarda Hakk’ın tecellilerini seyretmek fakat başkasının kederiyle hemderd olmak değil midir? Yeis değil, hüzün belki. Yürüdükçe anlamalı, anladıkça yeniden doğmalı, canlanmalı, değişmeli insan. Sonsuzluk fikri, sonlu bir varlığın (vücud) zihnine “hapsolmak” zorunda. Ancak o zihin “kendindeki” sonsuzluğu vücudunun esaretinden kurtulduğunda keşfeder. Şöyle ya da böyle o kurtulmadıkça esaretinden ne anlatsanız nâfile. Kişinin sonu kendi sonsuzluğunda biter.
Asıl gidilecek yer kendi iç yüzüdür insanoğlunun, zordur. İnkâr ve vurdumduymazlık tuzak kurar, çelme takar; çaresizlik ve yorgunluk peşindedir. Yüzleşmek kendinle; samimiyet ister, korkutur. Ve her kapıda, her köşe başında sarsılır, şaşırır ama yabancılık çekmezsin. Sonra özüne, özlediğine duyduğun arzu yavaş yavaş gün yüzüne çıkar, ezelden âşina olduğun o Hakikate ulaşma hasreti yoldaşlık eder sana artık.
Kendi yolculuğunda daima “hikmet”i aramalı yolcu. Hikmette, insanlığın kadim değerlerinden süzülmüş tecrübelerin ilâhî nefesten akan damlaları vardır. Ulaşılması murâd edilen; kişinin bîhaber olduğu, lâkin zaman zaman kokusunu duyduğu, anlık da olsa rengine boyandığı ve Hakk’ın gizlendiği insandaki, ilâhî zerredir “sır”. Sırrını onda saklayanın murâdı, sırra ulaşmanın bir’likte hazzı. Tevhid; zanları ortadan kaldırarak kendinde âlemi, âlemde kendini okumaya çalışmak. Tüm varlığın hakikatinin Allah olduğunu kavramak. Ve nihayetinde tüm varlıkta Allah’ı görmek.
“O dost bana gelsin demiş,
Sundum kadeh alsın demiş.
Aldım kadeh, içtim şarap,
Ayruk gönlüm ölmez benim.
Sor durduğum yeri bana,
Gelirsen gösterem sana.
Bir zerrece Hak’tan ayrı,
Gözüm nesne görmez benim.”
demiş Yunus’umuz.
Bir gündü…
Kırk sekiz saat kıvrandıran diş ağrısı ve randevu almadan gittiğim diş hekimini bulamayışım… Üst üste aldığım ağrı kesicilerle hafifleyen sızı eşliğinde aniden verdiğim karar ve yolumu Üsküdar’a çevirişim…
Epey aradım, sordum soruşturdum ve sonunda açık bahçe “kapı”sından içeri girerek yürüdüm. Çok kısa bir mesafeydi, derin bir saygı ve muhabbetle bağlanacağım iki kişinin oturduğu yere giden “yol” Bana uzun geldi, utanıyordum. “Keşke daha kalabalık olsaydı burası, işte bana bakıyorlar, ne diyeyim şimdi?”
“Merhaba, keyfiyet sohbeti için gelmiştim. Halka açık, herkes gelebiliyor değil mi?” Tabii ki bir mahzur yoktu, kapıları herkese açıktı.Sanal âlemle başlayan “yol” merakı bir yolcuyu daha o “kapı”ya getirip bırakmıştı ve girip girmeme arasındaki tercih tamamen bana aitti. Böyle başladı “Keyfiyet” yolculuğum ve o günden beri ben hep o kapıdan o ilk günkü mahcubiyetle değil ama sevinç ve heyecanla giriyorum. Her seferinde yeni bir şey öğrenecek olmanın, bilgiyi ve sevgiyi aynı anda paylaşmanın verdiği o derin hazzı hissetmenin, dostluğun, herkese ayırd etmeden verilen kıymetle kıymetlenmenin sevinç ve heyecanıyla giriyorum. Her öğreniş bir neşe, bir vuslat zevki gibi…
Başka bir gündü…
İş çıkışı eve gitmeyi erteleme planları yaparken bir dostun telefonu, gitmeyi düşündükleri mekân, benim de dahil olmamla yaptığımız çok kısa yolculuk, o çok kısa “yol”la ilgili anlatılanlar…
“Zahirî yol tehlikelerle dolu, insan nefsinin hemen bütün zayıflıklarının ayyuka çıktığı bir Harlem’miş!” Ve o cehennemin içinde sırlanmış “kapı”dan girişim… İkinci kapının da gayesi “insan” olmanın inceliklerini göstermek. Dünya yolculuğunda rehberlik. O kadar! Gerisi “yolcu”ya kalmış.
Yine bir gündü…
Artık çok sevdiğim teyzemle Acıbadem’de yaşıyor ve Üsküdar’a yaptığım yolculuklarla o kapıları çalıyordum.
Nasıl olduğunu anlamadım, kimse de anlamadı zaten. Bir anda karar verildi ve Üsküdar’a taşınıldı. Verilen kararın tamamen dışındaydım, bana sorulmamıştı, bu semtte yaşama arzumdan kimsenin haberi de yoktu ki…
Üç kapı…
Belki iç içe, belki yan yana, belki benim içimde…
Şimdi iki kapıdan girip muhabbet ve hikmet devşiriyor, sonra da üçüncüsünde dışarıda güzelim Boğaz’ı ve Tarihi Yarımada’yı; içeride sevgiyi, teslimiyeti, saydamlığı, safiyeti, edep ve zarafeti seyrediyorum. Kısacası anlamaya çalışıyorum, anlamışları dinleyerek.